Zengin Devletler Göç İkilemlerini Sınır Ötesine İhale Etmemeliler - İLKE Analiz

Zengin Devletler Göç İkilemlerini Sınır Ötesine İhale Etmemeliler

Kelsey P. Norman

Bugün hiç bir sorun kontrolsüz göç kadar gelişmiş batılı demokrasileri rahatsız etmiyor. Göçmenlerle ilgili kamuoyunda oluşan endişeler İngiltere’nin AB’den ayrılmasına neden oldu ve ABD’nin eski başkanı Donald Trump’ın yükselişini kolaylaştırdı. Bugün ise ABD-Meksika sınırına gelen göçmen sayısının artması Başkan Biden aleyhine siyasetin çalkalanmasına yol açıyor. İster zulümden, ister doğal afetlerden dolayı kaçsınlar, ister ekonomik fırsatlar arıyor olsunlar, göçmenler, sığınmacılar ve mülteciler kendilerini Küresel Kuzey’de istenmiyor buluyorlar.

Liberal demokratik ülkeler, göç konusunda artan kamusal endişenin içerideki kökenleriyle yüzleşmek yerine, sorunu dışsallaştırıyorlar. Giderek daha çok, göçmenlere ve mültecilere ev sahipliği yapmak veya başka bir şekilde varlıklı ülkelere yolculuk etmelerini engellemek için Küresel Güney’deki ülkelere bel bağlıyorlar. Bu strateji politik olarak çekici olsa da, kalkınma yardımının şartlara bağlanması ve düzensiz göçü azaltmak için dış kaynak kullanımı uzun vadede uygulanabilir değil. Göçmenler ve mülteciler, onları entegre edecek yeterli donanıma sahip olmayan ve hayatlarını iyileştirmek için acelesi olmayan ülkelerde sıkışıp kalıyorlar. Böylece göçmenlerin başka yerlerde daha iyi bir yaşam arama amaçları devam ediyor. Sonuç olarak, zengin devletlerin sorunu “çözebilmesinin” tek yolu, düzenli göç yollarını daha erişilebilir kılmaktır.

Liberal demokratik ülkeler, göç konusunda artan kamusal endişenin içerideki kökenleriyle yüzleşmek yerine, sorunu dışsallaştırıyorlar. Giderek daha çok, göçmenlere ve mültecilere ev sahipliği yapmak veya başka bir şekilde varlıklı ülkelere yolculuk etmelerini engellemek için Küresel Güney’deki ülkelere bel bağlıyorlar.

YÜZEYSEL REFORMA DOĞRU

Avrupa göçmenleri sınırlarının dışında tutmak için kapsamlı bir sistem oluşturmaya öncülük etti. 1985’te Avrupa Birliği, şu anda Avrupa’nın çoğunu kapsayan bir serbest dolaşım bölgesi olan Schengen bölgesini oluşturduğunda, aslında kıtayı dış göçten de koruyacak adımlar atmıştı. Yeni politikalar, AB üyesi olmayan ülkelerin vatandaşlarına daha az vize hakkı tanıdı, sınır duvarları tahkim etti, Akdeniz’deki devriyeleri arttırdı ve biyometrik gözetim sistemlerini hızlandırdı. Daha önemlisi AB’nin bu politikalarını derinleştirmek için Balkan, Doğru Avrupa ve Kuzey Afrika ülkeleriyle çalışma şekli oldu. Bu tür ortaklıklarla ilgili suistimal raporları, Avrupa’ya geçişlerini önlemek için göçmenleri Libya’da alıkoyan milislerin yönettiği hapishanelerin “acımasızlığı” hakkında The New Yorker’da çıkan bir ifşa haberinde olduğu gibi oldukça fazla yayınlandı. Bunlara rağmen Brüksel, komşu hükümetleri Avrupa’nın göç tercihlerine dahil etmek için büyük meblağlarda para veya gelişmiş diplomatik ilişkiler teklifinde ısrar etti. Bu politikalar, her türden göçmenin AB ülkelerine ulaşmasını ve bu ülkelerde kalmasını giderek daha pahalı ve zor hale getirdi.

AB’ye göre, başka bir yere göçü sınırlamak olumlu bir gelişmedir. Göçmenler ve sığınmacılar Akdeniz’i geçmek yerine üçüncü ülkelerde kalmaya ikna edilebilirlerse, AB’nin büyük ölçekli göçlerin siyasi etkileriyle ilgilenmek gerekmeyecekti. Ve eğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkeleri -ister ticaret anlaşmaları, ister vize serbestisi ya da kalkınma yardımı yoluyla- sadece sığınmacıları barındırmaya değil, onları uzun vadede destekleyecek yapılar geliştirmeye ikna edilebilirlerse, karşılıklı kazanımlar elde edilecekti. Ancak bu düşünceyle ilgili şöyle bir sorun var: Küresel Güney’deki ev sahibi ülkelerin güçlü bir iltica sistemi kurmak için gerekli şartlara ve isteğe sahip olup olmadıklarını hesaba katmıyor.

Zengin liberal demokrasiler göç ve sığınma sistemlerinde başarılı bir reform gerçekleştirdiğinde, bu genellikle sivil toplumun ve vatandaş olmayanların haklarını geliştirmeye çalışan sendikaların yasal taleplerinin sonucu olmuştur. Ancak, güçlü veya bağımsız yargı sistemlerinden yoksun olan ve sivil toplumu kısıtlayan otoriter devletlerde, benzer taleplerin politika değişikliğine yönlendirmesi pek olası değildir. Belki yarı otoriter hükümetler demokrasinin ve insan haklarını yüzeysel olarak önemseyebilirler. Fas ve Türkiye’nin göçmen kabulündeki küresel imajı düşünüldüğünde göç politikalarını reform etmeleri zorunlu görünüyordu. Her iki hükümet de uluslararası baskıdan kaçınmaya, diplomatik kazançlar elde etmeye ve içerideki eleştirilerin önünü almaya çalıştı. Nihayetinde hem Fas hem de Türkiye, göç reformunu bir pazarlık kozu olarak gördü ve bir kez kazanç sağladıklarında, bunu yapmaya devam ettiler.

2013’te Fas, BM ve AB yetkilileri tarafından samimi ve kapsayıcı olarak övülen bir göç politikasını benimsedi. Fas hükümeti, düzensiz göçmenlere oturma izni alma vb. fırsatlar vererek, sivil toplumun daha insani göç politikası taleplerini karşıladığını iddia etti. Ancak benim araştırmam, değişimi gerçekten motive eden şeyin uluslararası baskı olduğunu gösteriyor. Hükümet ılımlı, insan haklarına saygılı bir devlet imajının, Fas’ın göçmen işçilere yönelik muamelesini ele almak için toplanan bir BM forumu önünde lekelenmesini istemedi. Ayrıca reformlar, hükümetin önemli sivil toplum kuruluşlarına ve göçmen topluluklarına müdahalesine olanak verdi ve Fas’ın göçmenlerin çoğunlukla geldikleri Batı Afrika ülkelerindeki ekonomik ve jeopolitik emellerini pekiştirdi. Örneğin, Senegal Devlet Başkanı Macky Sall, Fas’ta Senegal vatandaşlarına yönelik muameleyi görüşmek üzere uygulanacak politikanın duyurusundan iki ay önce Rabat’ı ziyaret etti. Konuyla ilgili harekete geçilmesi, Fas’ın iki ülkenin diplomatik ve ekonomik bağlarını sağlamlaştırmasına ve Fas’ın Batı Sahra’yı işgaline Senegal’in desteğini korumasına yardımcı oldu. Ancak 2013 reformunun etrafındaki tantanaya ve 2014 ve 2016’da göçmenlere ikamet ve çalışma statüsü vermek için alınan diğer önlemlere rağmen, hükümet göçmenlerin ve mültecilerin koşullarını anlamlı bir şekilde iyileştirmek için çok az şey yaptı. Fas, hem güvenlik güçlerinden hem de ev sahibi nüfustan şiddet ve ırkçı muamele tehdidiyle karşı karşıya kalan birçok kişi için yaşanmaz hale geldi. Göçmenler ülkede eskisinden daha uzun süre kalsalar da, birçoğu hala Avrupa’yı nihai varış noktaları haline getirmeyi umuyordu.

Türkiye de benzer nedenlerle politikalarını liberalleştirdi. 21. yüzyılın başlarında, AB’ye katılma olasılığı, Türk hükümetinin kademeli olarak göç ve iltica mevzuatını güncellemesinde ilk itici gücü oldu. AB müzakereleri çöktükten sonra bile, Türk liderler Avrupa’daki Türkiye algısını korumak için duyarlı davrandılar. Türkiye’nin sığınmacılara yönelik kötü muamelesinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde yüksek profilli davalara yol açmasının ardından, Türk hükümeti 2008’de büyük bir reform süreci başlattı. Nihayet 2014’te kabul edilen yasa, göç ve sığınma konusunda “hak temelli” yaklaşım olarak değerlendirilerek BM ve AB yetkililerinden övgü aldı. En önemli değişikliklerden biri, tüm göç ve iltica konularından sorumlu kurum olarak Türk polisinin yerini alacak yeni bir sivil organ olan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü’nün kurulmasıydı. Bu politikalar, takip eden yıllarda göç konusunda bir AB-Türkiye ortaklığının yolunu kolaylaştırdı (Ankara’nın önemli mali yardım ve diplomatik tavizler aldığı bir plan). Ancak Fas’ta olduğu gibi, Bu yeni yasa, geçimleri kayıt dışı ekonomiye veya STK’ların yardımına bağlı olmaya devam eden çoğu göçmen ve mülteci için sahadaki koşulları büyük ölçüde değiştirmedi. Suriye’deki ayaklanma ve ardından başlayan iç savaş rekor sayıda mülteciyi Türkiye’ye sürüklediğinde, yeni yasa çok sayıda Suriyeliyi 2019’da Suriye’ye geri gönderilmekten veya 2020’de Avrupa’ya itilmekten korumaya yetmedi.

AVRUPA’NIN KURALLARI KÜRESELLEŞİYOR

Göçün hedefindeki ülkelerde, artan göçe kolay yanıt verme arzusu azalmadı aksine yoğunlaştı. 2015 yazında sığınmacı sayısında büyük ve ani bir artışla karşı karşıya kalan ve yeni gelenleri içeride barındıracak siyasi bir çözüm üzerinde anlaşamayan Avrupa, tanıdık bir taktiğe başvurdu. Kasım 2015’te Avrupa Komisyonu, Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek amacıyla Türkiye ile ortak bir eylem planını kabul etti. Mart 2016’da AB ve Türkiye, Yunanistan’ın Suriyeli mültecileri Türkiye’ye iade etmesinin yolunu açan bir anlaşmaya vardı. Ayrıca 2015’ten bu yana AB, göçü azaltmak amacıyla Afrika’daki ülkelere kalkınma yardımı şeklinde milyarlarca avro yönlendirdi. Taktikler yeni değil, ancak Avrupa, yeni gelenleri dışarıda tutmak ve komşularını göçmen ve mültecileri barındıran devletlere dönüştürmek amacıyla çaresizlik ve korkudan dolayı daha riskli, daha yüzsüz ve daha pahalı anlaşmalar yaptı.

Avrupa, yeni gelenleri dışarıda tutmak ve komşularını göçmen ve mültecileri barındıran devletlere dönüştürmek amacıyla çaresizlik ve korkudan dolayı daha riskli, daha yüzsüz ve daha pahalı anlaşmalar yaptı.

Yeni ortaklar Avrupa’nın giderek daha cazip hale gelen teklifleri tarafından tavlandıkça sistem genişledi. Örneğin Mısır, 2016’da kaçakçılıkla mücadele yasasını çıkarmasıyla, Avrupa ile göç politikası üzerine görüşmeye ilgisi olduğunun sinyallerini verdi. 2017’de Mısır, göçmenleri taşıyan tekneleri etkin bir şekilde durdurarak AB’den övgü topladı. 2018’de dönemin Avusturya Şansölyesi Sebastian Kurz, Mısır Cumhurbaşkanı Abdel Fattah el-Sisi’yi düzensiz göç ve kaçakçılığı engelleme çabalarından dolayı “örnek” olarak niteledi ve BM Mülteciler Yüksek Komiseri Filippo Grandi, Mısır’ın mültecilere ev sahipliği yapmasını kamuoyu önünde alkışladı. Fas ve Türkiye’nin izinden giden Mısır, Avrupa’nın daha az göçmen ve mültecinin AB’ye seyahat etmesini sağlayacağını umduğu bir iç mülteci yasası geliştirmeye bile başladı. Buna karşılık, Avrupa finans kurumları, son yıllarda Mısır’daki kalkınma projelerini finanse etmek için yüz milyonlarca avro değerinde kolay geri ödemeli krediler ve hibeler teklif etti. Buna; “Mısır’ın göçmen ve mültecilere ev sahipliği yapmasından kaynaklanan zorluklarla mücadelesine yardımcı olmak” için 2017’de 60 milyon avroluk bir AB hibesi de dahil. Mısır’da yarı kalıcı olarak ikamet edecek göçmen ve mültecilere gelince, Avrupa’nın ilgisi ve finansmanı, onların uzun vadeli entegrasyonunu kolaylaştıracak politikaları teşvik etmek için çok az şey yaptı.

Sınır ötesi göç politikası, sadece Akdeniz’de değil, diğer göç yolları boyunca da standart uygulama haline geldi. Avustralya, Papua Yeni Gine ve Endonezya’yı kıyılarına ulaşmayı umut eden göçmenleri durdurmaya ikna etti. Trump yönetimi, El Salvador, Guatemala, Honduras ve Meksika ile ABD’nin sığınmacıları bu ülkelere geri göndermesine izin veren güvenli üçüncü ülke anlaşmalarıyla ilgili görüşmeler yaptı ve ABD yardımını hükümetlerin düzensiz göçü etkili bir şekilde azaltmasına bağlı hale getirdi.

Biden yönetimi bu yaklaşımı sürdürdü ve güney komşularının sığınmacıları himaye etmesine yardımcı olmak için fon sözü verdi. Bu fonların müşterileri arasında, mülteci statüsüne sahip bireylerin ikamet başvurusunda bulunmalarına ve istihdam, sağlık hizmetleri ve eğitime erişmelerine olanak vermek üzere 2014 yılında yerel iltica yasasını değiştiren Meksika da var. Bununla birlikte, bu reformlar eşit olmayan bir şekilde uygulandı ve etkisiz bir sistem sığınmacıları kalmaya zorlamayacağından, basitçe para saçarak sorunu çözmek pek mümkün olmadı. Biden’ın Orta Amerika’daki göçün “temel nedenlerini” (yolsuzluk, çete vahşeti ve cinsiyete dayalı şiddet dahil) ele almak için dört yıl boyunca 4 milyar dolarlık yardım sözü, benzer bir tutarsızlığı yansıtıyor. Bu yardımlar Orta Amerika’daki insanların yaşamlarını iyileştirebilir, ancak göçü önemli ölçüde azaltmayacaktır. Daha ziyade kısa ve orta vadede ekonomik ve insani gelişme bireyin göç etme yeteneğini ve arzusunu artıracaktır.

GERÇEKÇİ ÇÖZÜMLER

Küresel Kuzey’deki devletler düzensiz göçü gerçekten azaltmak istiyorlarsa, “çözüm” olarak faturalandırılan ancak hiçbir şeyi çözmeyen önlemlere bel bağlamayı bırakmaları gerekir. Bunun yerine, daha fazla insana daha düzenli göç yolları sunmaya odaklanmalıdırlar. Hükümetlerin, vizelere ulaşılabilirliği -özellikle alabilmek için yüksek düzeyde zenginlik veya eğitim gerektirmeyen- ve mülteci iskân merkezlerini büyük ölçüde artırmaları gerekiyor. Bu, siyasi düzeyde zor bir görev gibi görünebilir. Politikacılar ve medyanın göçü “güvenlikleştirmesi”, yani göçü halka yönelik bir tehdit olarak; uyuşturucu kaçakçılığı, terörizm ve insan kaçakçılığı gibi yasa dışı faaliyetlerden ayrılamaz olarak sunmasıyla, göç ve mültecilerin yerleşimini son zamanlarda oldukça politize etti. Ancak siyaset kamuoyunun gerçekliğini yansıtmayabilir. ABD’de, Gallup’un konuyla ilgili yaptığı bir ankette katılımcılar 2020’de anket tarihinde ilk kez daha fazla göç lehine yanıt verdi.

Politikacılar ve medyanın göçü “güvenlikleştirmesi”, yani göçü halka yönelik bir tehdit olarak; uyuşturucu kaçakçılığı, terörizm ve insan kaçakçılığı gibi yasa dışı faaliyetlerden ayrılamaz olarak sunmasıyla, göç ve mültecilerin yerleşimini son zamanlarda oldukça politize etti. Ancak siyaset kamuoyunun gerçekliğini yansıtmayabilir. ABD’de, Gallup’un konuyla ilgili yaptığı bir ankette katılımcılar 2020’de anket tarihinde ilk kez daha fazla göç lehine yanıt verdi.

Her ne olursa olsun, göç ve mülteci iskân politikasının siyasetten arındırılması bir “güvenlikten arındırma” süreci gerektirecektir. Başka bir deyişle, siyasi liderler kamuoyuna yeni gelenlerin – ister ABD-Meksika sınırındaki Haitililer isterse yeniden yerleşim için uçakla gelen Afgan mülteciler olsun – tehlikeli bir tehdit oluşturmadıklarını ve göçü yönetmenin olağan idari işleyişin bir parçası olduğunu garanti etmelidir. Başarıları göç ve mülteciler konusunda medyayla yaptıkları işbirliğine bağlı olacaktır. Gazeteciler her hareketi bir “kriz” olarak etiketlemekten kaçınmalı ve sınıra gelen insanları tanımlamak için “taşkın”, “dalga”, “akın”, “yığılma” veya “tufan” gibi kelimelerden uzak durmalıdır. Durumun ciddiyetini basitçe aktarmak yerine, bu metaforlar gereksiz yere korkuyu körükler ve siyasi çözümleri ulaşılamaz hale getirir. Göçmen girişlerindeki artış, bunun yerine sadece “artış” olarak tanımlanmalıdır ve gazeteciler, olaya dâhil olan gerçek kişi sayısını bildirerek artışın ölçeğini iletebilirler.

Nihayetinde, hükümetler küresel hareketlilik ayrımını da azaltmalıdır. Geçtiğimiz yarım yüzyılda, Küresel Kuzey’deki varlıklı ülkelerin vatandaşlarının uluslararası sınırları geçmesi daha kolay hale gelirken, Küresel Güney’deki, özellikle Afrika’daki ülkelerin vatandaşları, vizesiz seyahat erişimlerinin durduğunu veya azaldığını gördüler. Uluslararası vize rejimi, sömürge düzeninin hiyerarşisini etkin bir biçimde korudu ve vatandaşlığı, insanların küresel hareketini düzenlemede belirleyici faktör haline getirdi. Örneğin bir ABD pasaportu sahibi, şu anda önceden vize almadan 187 ülkeye seyahat edebilir. Sudanlı veya Lübnanlı bir pasaport sahibi ise, neredeyse tamamı Küresel Güney’de bulunan 41 ülkeye seyahat edebilir. Hareketliliğe erişim olmadan, insanlar az ya da çok doğduklarında sahip olabildikleri imkânlara takılıp kalırlar. Vize rejimleri, hem yurt dışında fırsat arayanların hem de şiddet, savaş, zulüm veya iklim değişikliğinden kaçanların göçünü engelleyen kör araçlardır. Düzenli olarak göç etmek için çok az seçeneğe sahip olan, hiyerarşide daha alt sıralarda yer alan ülkelerdeki bireyler en sonunda düzensiz bir şekilde seyahat ederler. Bu baskıyı hafifletmek için varlıklı ülkelerin liderleri, dünya nüfusunun geri kalanı için giriş engellerini azaltmalı, eğitim, çalışma ve aile birleşimi fırsatlarını büyük ölçüde artırmalı ve nihayetinde vizesiz seyahate erişimi genişletmelidir. Sadece yasal hareketlilik sonunda insanları hukuk dışı yollar aramaktan alıkoyacaktır.

Şu an için, zengin liberal demokrasilerdeki yöneticiler, göçmenleri ve mültecileri veya sınır ötesi iltica sistemlerini kolay siyasi kazanımlar olarak görüyor. Liderler, göçmenlerin ve sığınmacıların çıkarları doğrultusunda hareket ettiklerini ve onları sınır ötesi bir yolculuğun tehlikelerinden koruduklarını iddia ediyor, ancak gerçekte bu politikalar göçmenleri onları korumaya veya onlara yardım etmeye hazır olmayan ülkelere hapsediyor. Bu tür stratejiler (hedef ülkelere) varışları geçici olarak azaltsa veya göç yollarını değiştirse de, uzun vadeli çözümler sunmazlar. Göçmenler ve mülteciler hayatlarını yeniden inşa etmek için geçerli araçlardan yoksun bırakıldığı sürece, göç baskısı devam edecek.

Kelsey P. Norman’ın 5 Ocak 2022 tarihinde Foreign Affairs için yazdığı görüş yazısı Hüseyin Ergören tarafından İLKE Analiz okurları için tercüme edildi. Yazının orijinaline buradan ulaşabilirsiniz. https://www.foreignaffairs.com/articles/europe/2022-01-05/rich-countries-cannot-outsource-their-migration-dilemmas

0 yorum

Diğer Yazılar