Nehir söyleşiler, 2000’li yıllardan itibaren edebiyatımızda pek sık görülen bir tür olarak karşımıza çıkmaya başladı. Halil İnalcık, İlber Ortaylı, Hilmi Yavuz gibi isimlerle yapılan nehir söyleşilerin kuşkusuz edebiyat ve kültür hayatımıza önemli katkıları oldu. Zira okur, bu söyleşilerde söyleşi yapılan kişinin eserlerine yansımayan hayatıyla, dünyaya bakış açısıyla ilk ağızdan buluşmuş, söyleşi yapılan kişiyle arasında daha derin bir bağ yakalar olmuştur.
Şaban Teoman Duralı ile yapılan nehir söyleşisi, ‘Öyle Geçer ki Zaman: Teoman Duralı Kitabı’ ise Ocak 2020’de Turkuvaz Kitap’tan çıktı. Gazeteci Ali Değermenci’nin sorularına cevaplar veren Teoman Duralı, bu sayede okur ve takipçilerine de bir anlamda kendisiyle ilgili biyografik bir eser bırakmış oldu. Eser on üç ana bölüm, hal tercümesi, hocamızın bazı aile ve gezi fotoğraflarından oluşuyor. Bununla birlikte her bölümün içerisinde de küçük başlıklar mevcut. Kitaba adını veren ise Ali Değermenci’nin takdim yazısından hemen sonra okuru karşılayan Teoman Duralı’nın ‘Öyle Geçer ki Zaman’ şiiridir.
Teoman Duralı, Ali Değermenci’nin sorduğu soruları cevaplarken bir yandan kendi hayatını bir yandan da Türkiye’ye, gidip gördüğü yerlere ve dünyaya dair çok geniş bilgiler ve çıkarımlar aktarıyor. Bunu yaparken de okurun eline adeta bir mercek veriyor. Bu mercek kimi zaman Türkiye haritasını, kimi zaman da Avrupa ve tüm dünya haritasının üzerinde geziniyor. Mercek yardımıyla, gezdirilen yerlerin yalnızca coğrafi yapısını değil; geçmişten günümüze kültürel, sanatsal, siyasal, dini ve düşünce yönlerini de bize aktarıyor. Okur, Duralı’nın yalnızca gezilerini, yaşamını değil, bir insan ve düşünür olarak o ülkeler ve topraklar hakkındaki düşüncelerini de teferruatıyla buluyor. İsmet Paşa’dan Erdal İnönü’ye, Nihal Atsız’dan Alparslan Türkeş, Aziz Nesin gibi dönemin birçok aydın-yazar-siyasetçi isimleriyle olan anıları da cabası.
Damarlarında Osmanlı kanı taşıyan bir baba ile koyu Alman bir anneden dünyaya gelen Duralı her iki medeniyetin, Doğu-Batı arasındaki çatışmaların da bir anlamda şahididir. Zira evleri dahi böyledir. Büyükbabası Osmanlı’nın son zamanlarda Ağır Ceza Reisliği yapmış biriyken babası Cumhuriyet’in ilk yıllarında talebe, sonrasında Demokrat Parti’de milletvekilliği yapmış biridir. Öte yandan babasının dayısı Çerkez Hasan dönemin ilgi odağı kişilerinden; Çerkez Ethem ile ordu kurmaktan tutun Prens Sabahaddin, Enver Paşa ve Mustafa Kemal gibi isimlerle ilişkisi olan biridir. Hal böyleyken Osmanlı’nın son zamanlarından Cumhuriyet’in ilk yıllarına, ülkeler arası diplomasiye kadar her şeye daha küçük yaşta kulak misafiri olur. Tabi böyle deyince üst düzey ciddi bir çocukluk geçirdiği de anlaşılmasın. Duyduklarının dışında o bambaşka, nev-i şahsına münhasır biridir.
Merceği elimizden aldığı zamanlarda karşımıza bambaşka bir portre çıkıyor. Karşımızdaki Teoman Duralı tüm bunlardan öte bir anlamda haylaz, serseri, zamanının gezgini, macera peşinde koşan biridir. Çocukluk döneminde yaptığı haylazlıklardan, dersleri kırmalarından tutun da çantasını alıp ülke ülke gezmesine kadar karşımızda bambaşka biri beliriyor. “Hep dua etmişimdir ‘anneme, babama verdiğin gibi bir evlat verme bana” (Syf. 299) ve “Benim için hayat maceraydı. Gezeyim, göreyim, öğreneyim…” (Syf. 481) diyebilen biri. Beklentilerin aksine Evliya Çelebi gibi biriyle karşılaşıyorsunuz. Gitmediği ülke, şehir ve konuşmadığı dil yoktu. Üstelik tüm bunları bir aileye sırtını vererek değil, gezip gördüğü ülkelerde tercümanlıktan bulaşıkçılığa yaptığı işlerden kazandıklarıyla yapıyordu.
“Çocukluk döneminde yaptığı haylazlıklardan, dersleri kırmalarından tutun da çantasını alıp ülke ülke gezmesine kadar karşımızda bambaşka biri beliriyor.”
Çok genç yaşlarda, dahası çocuk yaşlarda bir Türk gemisinde çalışıp Yunanistan, Marsilya, Napoli, Oslo, Hamburg, Rotterdam arasında gidip geliyor, uslanmıyor tekrar tekrar tüm Avrupa’yı karış karış gezebiliyordu. İngiltere, Fransa, Almanya arasında henüz lise çağında yalnız başına mekik dokuyor, bulabildiği ayak işlerinde çalışarak geçimini sağlıyordu. Tabii tüm bunların olabilmesi de bir anda meydana gelmiyordu.
Ortaokul zamanından başlayıp uzun zamanlar devam eden öyle bir dil aşkı var ki hemen hemen bütün Avrupa dillerini, Farsça, Malayca, Rusçayı konuşabiliyor, tercümanlık yapabiliyor ve dahası bunları tek başına öğreniyor. Oysa okula da bir o kadar düşman, on yedi dersin on üçünden kalan biri. Bunun yanında öğrenmeye ve gezmeye de bir o kadar meraklı.
Geri kalan hayatı ise henüz yirmili yaşlarında başında Afganistan’da yaşadığı bir kaza sonucu değişiyor. Bu kazadan bir mucize eseri kurtulup hayatında iki önemli karar alıyor. Biri Allah’a inanmak, diğeri ise evlenmek. Nitekim döndükten kısa bir süre sonra da evleniyor.
Duru, sade bir dile sahip olan kitap su gibi akıp gidiyor. Geriye büyük tecrübeler sahibi bir düşünürün hayata, dünyaya dair görüşleri, tecrübeleri ve öngörüleri kalıyor. Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı? Teoman Bey hiç şüphesiz her ikisini de yapanlardan.
Editör Notu: Bu yazı daha önce Okur Dergisi’nde yayımlanmıştır.