Hizbullah’ın Seçim Hazırlıklarında Hristiyanların Yeri - İLKE Analiz

Hizbullah’ın Seçim Hazırlıklarında Hristiyanların Yeri

Tuba Yıldız

14 Ekim’de Beyrut’un Tayyune bölgesinde meydana gelen kanlı olayların hemen sonrasında gözler hükümet yetkililerinden daha çok siyasi parti liderlerine çevrildi. Hizbullah ve EMEL Hareketi destekçileri ile Samir Caca’nın partisi Lübnan Güçleri mensupları arasında başlayan çatışmaların hemen sonrasında öne çıkan ateşli konuşmalarda dikkat çekici pek çok yorum ardı ardına geldi. Yüksek perdeden yapılan bu yorumlarda öne çıkan çarpıcı noktalardan biri ise Beyrut patlaması soruşturmasını yürüten savcı Tarık Bitar’ın görevden alınmasına dair yürütülen kampanyanın seçim atmosferine çekilmesinin belirginleşmesiydi. Bu aşamada çatışmalar sonrası ortaya atılan iddialarda Özgür Yurtseverler Birliği Hareketi Lideri Cibran Basil ile Samir Caca arasındaki Cumhurbaşkanlığı rekabeti daha da görünür olurken, 14 Mart koalisyonunda yer alan Dürzi lider Velid Canbolat ve Sünni Müstakbel Partisi Lideri Saad Hariri yalnızca Samir Caca’nın ifadeye çağrılmasını eleştirmeleri bir anlamda seçimdeki muhtemel adaylarına olan desteklerini açığa çıkardı.

Yaklaşan seçimler nedeniyle biraz daha gerilen Lübnan siyasetinde öne çıkan partilerden biri olan Hizbullah, savcı Tarık Bitar’a karşı takındığı sert tutum nedeniyle Tayyune olaylarının da merkezinde yer aldı. Bununla birlikte Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’ın 19 Ekim’de yaptığı konuşmasında her ne kadar çatışmalara öncelik verilmiş olsa da sıklıkla vurgulanan “Lübnan’ın Hristiyan vatandaşları” ifadeleri daha fazla dikkati çekti. Nasrallah’ın Tayyune’deki olayları politik ve mezhepçi çerçevede ele alan iki Maruni lider Cibran Bassil ve Samir Caca’dan daha fazla Hristiyan korumacılığına dair verdiği mesajlar ise, Hizbullah’ın seçim propagandasına dair ipuçlarını da sunmuş oldu.

Hasan Nasrallah’ın verdiği beyanatta Hristiyanların Hizbullah’tan korkutulmak istendiği ve bunun altında da Samir Caca’nın çabasının yattığı yönünde iddialar yer aldı. Nasrallah’a göre Tayyune bölgesinde eylemcilerin çatılardan kurşunla hedef alınmaları ve Hristiyanları korumak adına düşman gösterilmeleri halkın sürekli Hizbullah’a karşı kaygı içinde olmasına neden oldu ve olmaya devam ediyor. 14 Ekim’de yaşananları bu çabanın bir sonucu olarak gören Hizbullah lideri, Hristiyanları bu komplo teorisine karşı da uyardı. Olayların yaşandığı bölgeye ve günün başlangıcına bakıldığında ise sürecin daha farklı seyrettiğini görmek mümkün. Çatışmalardan bir gün önce Beyrut patlaması soruşturmasını yürüten savcı Tarık Bitar’ın görevden alınması için Hizbullah, EMEL ve Marada Partisi protesto çağrısı yapmış, göstericilerin Adalet Sarayı önünde toplanmaları için bir organizasyon hazırlanmıştı. Protesto günü Adalet Sarayı önünden Hristiyan bölgesi olarak bilinen Tayyune’ye doğru yürüyüşe başlanması ve göstericilerin mezhepçi sloganlarla bölgede tahrik edici eylemlerde bulunmaları olayların fitilini ateşlemişti. Çatılara yerleştirilen keskin nişancılar ise Lübnan’ın daha önce pek çok kez başına gelen çatışma tecrübesinin bir gereği. Her ne kadar kanlı olayların muharrik gücüne dair açık bir ifade bulunmasa da Lübnan Güçleri Partisi’nin destekçileri olduğu yönündeki iddialar zayıf değil. Sabık bir mahkûm olan Samir Caca’nın iç savaştaki eylemleri de göz önünde bulundurulduğunda doğrudan tarafların rolleri de belirginleşiyor. Dolayısıyla esasen çok öngörülmeyen bir mesele olmamanın yanı sıra birlikte her iki tarafın da hızlı organize olup saldırıya hazır oldukları net bir şekilde anlaşılıyor. Burada ise korkutulmaya çalışılan bir Hristiyan kitle olmadığı, aksine Hizbullah’ın korkutulmak istendiği açığa çıkıyor. Bu nedenle de Nasrallah’ın ifade ettiği Hristiyanların kendi mezhep liderleri tarafından Hizbullah’a karşı korkutulması iddiası da kaygan bir zemine oturuyor. 

Bununla birlikte Nasrallah’ın “Hristiyan korumacılığı” vurgusunun tarihi ve siyasi temelleri olduğunu söylemekte fayda var. Bu doğrultuda Hizbullah’ın Lübnan’daki Hristiyan toplumuna karşı siyasi arenada yer almaya başladığı tarihle birlikte bir politik çizgi benimsediği söylenebilir. Her ne kadar ilk kuruluş döneminde örgüt kendisini “Lübnan’daki İran” olarak görse de politik ideolojisini yalnızca Şiilik üzerine inşa etmediği ve siyasi vizyonunu daha geniş bir perspektifle benimsediği görülüyor. Dolayısıyla 1985 yılındaki “Açık Mektup”ta ifade edilen İran menşeili İslam devleti kurma fikrinin zaman içerisinde Lübnanlılık üzerinden bir dönüşüme uğraması, Hizbullah’ın Lübnan’ın siyasi kodlarıyla uyumlu bir imaj sergilemeye çalıştığının işareti olmaktadır.

“1985 yılındaki “Açık Mektup”ta ifade edilen İran menşeili İslam devleti kurma fikrinin zaman içerisinde Lübnanlılık üzerinden bir dönüşüme uğraması, Hizbullah’ın Lübnan’ın siyasi kodlarıyla uyumlu bir imaj sergilemeye çalıştığının işareti olmaktadır.”

Bu noktada 1992 yılındaki parlamento seçimlerinde EMEL hareketiyle birlikte Şii temsilciliğini üstlenen Hizbullah’ın siyasi dönüşümü süresince belirlediği yol haritasında Lübnanlı Hristiyanları da çerçeve içine aldığı açığa çıkmaktadır. Hizbullah’ı siyasi olarak yükseltmede etkili olan faktörlerden biri olan dönüşüm ise birkaç temele dayanıyor. Öncelikle 1992 seçimlerinde 8 sandalye kazanarak siyasi meşruiyetini kazanan Hizbullah’ı parlamentoya iten muharrik güç, iç savaştaki paramiliter gücünden başka bir rolü üstlenmek istemesiydi. Bununla birlikte askeri nüfuzunu mezhep/vekalet savaşları bağlamında Lübnan dışında da ortaya koyması, özellikle son Suriye ve Yemen savaşlarında aktif rol oynaması, Hizbullah’ın mezhepsel aktivizmini göstermesi açısından kayda değer bir örnek oldu. Hizbullah’ın bölgesel rolünü mezhep temelli bir retorik üzerine oturtması ancak istikrarını ve gücünü koruması için de iç politikada mezhep üstü bir argüman üretmesi ise paradoksal bir duruma tezahür ediyor. Bir başka ifadeyle Hizbullah’ın İran temelli mezhepçi politikalarının Suriye ve Yemen’de askeri olarak devamı, Lübnan’da yalnızca elde edeceği Şii temsiliyetine değil aynı zamanda Hristiyan desteğine de dayanıyor.  Bunun için ise doğrudan Şii temelli bir devlet anlayışını kurmak Hizbullah için artık o kadar elzem değil.

Bu nedenle de Lübnan araştırmacılarından Dr. Mustafa Yetim’e göre Hizbullah için artık mezhepçi kota veya ortaklaşmacı demokrasi bir anlam ifade etmiyor. Yani Hizbullah için Cumhurbaşkanının Maruni olup olmamasından öte “direniş ekseni” için Maruni tabanın desteğini koruyabilmek siyaseten daha fazla önem arz ediyor.  Dolayısıyla her ne kadar eylem- söylem ilişkisinde pek çok çelişkiyi barındırıyor gibi gözükse de izlenen politik yöntem açısından Hizbullah kanadında bir tutarlılık olduğu görülüyor.

Hizbullah’ın genel çerçevede Hristiyan toplumu özelde de Marunilere olan yaklaşımında 2018 seçimlerinin de etkisini görmek mümkün. 6 Mayıs 2018 seçimlerinde Hizbullah’ın tek başına 13 milletvekili çıkarmasının temelinde seçim sisteminin değişmesiyle birlikte kırsal bölgelerden daha çok şehirlerde kazanılan oy oranının artmasından kaynaklandığını ifade etmek gerek. Bu noktada kentlerdeki Hristiyan nüfusunun yoğunluğunun önümüzdeki seçimlerde siyasi gücünü artırmak isteyen Hizbullah için kritik olduğunu söylemlerden görmek mümkün. O nedenle de 19 Ekim’deki konuşmasında Lübnan’da istikrarın istendiği, ancak Lübnan güçleri partisi liderinin iç savaşı tetikleyen eylemlerde bulunduğuna dair sözler Hristiyanların güvenliğinin de Hizbullah’ın istikrarına bağlı olduğu mesajları dikkat çekiyor. Dolayısıyla önemli bir seçim hazırlığı içinde bulunan Hizbullah’ın propagandasında yalnızca Şiileri öne çıkarmadığı çok net anlaşılabiliyor. Bu durum ise mezhepsel kotalara ayrılmış olsa da Lübnan’daki bu aktivizmin siyaset çemberinin çok farklı hesaplarla döndüğünü de göstermesi açısından önem arz ediyor. 

0 yorum

Diğer Yazılar

Yorum yap