Her toplumun kendine özgü zaman ve süreç tasarrufu vardır. Ve her toplum kendi tecrübesine göre zamanda ilerler. Geriye dönüp baktığında kendi tecrübeleri ve aşamaları üzerinden tarihi hakkıyla idrak eder. Ancak son üç asırdır sadece Müslüman toplumların değil tüm insanlığın önemli meselelerinden bir tanesi tarih algıları olmuştur. Zira Avrupa toplumlarının zaman ve süreç tasarruf ve pratiğinin, indirgemeci ve tek boyutlu bir şekilde meseleye bakılmasını tahakküm eden anlayışının baskın olduğunu belirtebiliriz. Malik b. Nebi, Müslümanlar özelinde onların kendi tarihlerinin, zamanlarının ve kronolojilerinin yeterince farkında olmadıklarını belirterek bu hususa dikkat çekmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü ve Ahmet Haşim’in Müslüman Saati de bu hususa odaklanmıştır.
Yeni bir hicri yıla girdiğimiz bugünlerde zaman ve süreç tasarrufumuza dair iki önemli noktaya temas etmekte fayda var. Bunlardan birincisi ıslah edici bir tavır içinde olmaktır. Bu hususta şunları söylemeliyiz: Tarih boyunca toplumlar arasında karşılıklı etkileme, etkilenme ve etkileşim halinde olma türünden ilişkiler olduğu rahatlıkla söylenebilir. Müslümanlar için de durum diğer toplumlardan farklı değildir. Müslümanlar Kur’an’ın “Ey insanlar! Biz sizi… birbirinizle tanışmanız için kavimlere ve kabilelere ayırdık.” (Hucurat, 49/13) ayetinde geçen tanışmak kavramını farklı milletlerle birlikte, onlarla etkileşime girerek karşılıklı bir alışveriş ile iletişimde olmak çerçevesinde anlamıştır. O yüzden kendi dışındaki milletler ile girdiği ilişkide ilk olarak “-e göre” veya “-e için”, ikinci olarak “-e karşı” kavramları ile ifade edebileceğimiz aşırı tavırlar ortaya koymamıştır. Aksine bir üçüncü tavır olarak “-e birlikte” anlayışı (teâti, tesir ve teessür) ile ıslah edici olarak hareket edilmesini arzu etmiştir. Bu anlayış Müslümanlar için karşıdaki millet ile girdiği etkileşimde onun olumsuz yanlarını ya “iptal” ya da “ıslah” etmesini; olumlu taraflarını ise insanlığın birikimi nazarıyla değerlendirerek “devam ettirme”sini (ibka) mümkün hale getirmiştir. Konumuzla ilgili olarak Müslümanlar ilk zamanda içinde doğduğu ve muhatap olduğu toplumların zaman ve süreç tasarruflarına yönelik ne tamamıyla uyum ne de karşıtlık tavrı sergilemiştir. Aksine üçüncü bir yol olarak iki aşamalı bir ıslah gerçekleştirmiştir. Birincisi takvimde ayarlama yapmak, yani şemsi ayları kameri aylara uygun düşürmek anlamına gelen nesi’ uygulamasının kaldırılması, ikincisi ise takvim başlangıcında gerçekleştirilen değişikliktir. Hicretin 10. yılında inen ayetler gereğince nesi’ uygulamasının kaldırıldığı Hz. Peygamber tarafından Veda Hutbesi’nde ilan edilmiştir. Bu şekilde aylara olan ilaveler kaldırılarak şemsi yıla göre on bir gün kısa ve sırf kameri olan yeni bir takvim ihdas edilmiştir. Bu sayede takvim üzerinde oynama yapılması ortadan kaldırılmıştır. İkinci olarak H. 16. yılda yeni takvim başlangıcının da Hz. Peygamberin Mekke’den Medine’ye hicreti olarak belirlenmesi takvimde gerçekleştirilen diğer bir önemli adımdır. Takvimde gerçekleştirilen bu iki adım sayesinde insanlık Hz. Muhammed ile ikinci çağından üçüncü çağına geçerken zaman ve tarih tasarrufları ve süreçlerindeki müdahale ve aşırılıklardan arındırılarak ıslah edilmiştir.
Zaman ve süreç tasarrufumuza dair ikinci önemli nokta takvim başlangıcı kabul edilen hicrettir. Bunu da biraz açarsak ilkin şunu söylemeliyiz: Hicret (göç) kavramı İslam’ın en temel kavramlarından birisidir. Toplumların ve medeniyetlerin oluşum, gelişim ve yıkılışında göç esaslı bir noktada yer almıştır. O yüzden Kuran’da hicret sadece Hz. Peygamberin Mekke’den Yesrib’e hicreti olarak değil tümel bir insani eylem ve ilke olarak anlatılmıştır. Nitekim bu bağlamda şu örnekleri verebiliriz: Hz. Adem’in cennetten dünyaya, indirildiği Hint veya Afrika’dan Arabistan’a; Hz. İbrahim’in Harran’dan Filistin ve Arabistan’a; İsrailoğulları’nın Hz. Yusuf döneminde Kenan diyarından Mısır’a, Hz. Musa döneminde ise ters yönlü Mısır’dan Filistin’e ve Ashab-ı Kehf’in hicreti gibi. Diğer taraftan ayetlerde iman, hicret ve cihad kavramları bir arada kullanılarak inançları uğruna yaşayan toplulukların göç ile yüzleşecekleri aktarılmaktadır. Göç eden toplumların ise karşılaştıkları zorluklara karşı mücadele ettiklerinde büyük imkanlara (güç, iktidar, devlet, refah) eriştikleri ifade edilmektedir. Bu hususta Kuran’da İsrailoğulları’nın inançları gereği göç etmek ve göçün getirdiği zorluklar ile mücadelesi neticesinde Hz. Davut ve Hz. Süleyman dönemine geldiklerinde büyük bir devlet tesis ettikleri ve Rum ve Yemen toprakları dâhil geniş Mezopotamya’ya yayılan geniş bir alanda hakimiyet sürdükleri anlatılmaktadır. Bu duruma ikinci örnek Arap toplumudur. Onlar da inançları gereği Hz. Peygamber döneminde önce Habeşistan’a sonra Yesrib’e göç ederek bir devlet kurmuş ve bu devletin sınırları günde ortalama 830 km fetih gerçekleştirilerek 10 senede 3 milyon km mesafeye ulaşmıştır. Dahası göç hareketi sürdürülerek Hz. Peygamber’in vefatından daha 15 sene geçmeden Hz. Osman döneminde 10 milyon km mesafeye ulaşmış, Emevilerin son dönemine geldiğimizde ise Mağrib, Endülüs ve Maveraünnehir topraklarının da fethi ile Atlas Okyanusu’ndan Orta Asya içlerine, Hindistan’ın kuzeyinden Anadolu’nun içlerine takriben 15 milyon km mesafeye hâkimiyet sağlanmıştır. Ardından Abbasilerin kurulması ve hâkimiyeti ile Araplar, İslam’ın ilk üç asrında güçlü bir devlet tesis etmişlerdir. Dolayısıyla bu iki örnekte de gördüğümüz üzere beşeriyet tarihi boyunca toplumlar, inançları gereğince bir hayata ve dünyaya talip olduğunda ve bunu temsil ve tebliğ ettiğinde göç ile yüzleşmiş, bu yüzleşmede mücadelelerini kaybetmemişlerse devletler kurmuş ve büyümüş; inançlarına göre bir hayatı ve dünyayı talep etmediği ve bunun temsil ve tebliğini gerçekleştirmediğinde veya ondan uzaklaştığında ise devletini kaybetmiş ve alçalmıştır.
Göçün buraya kadar değindiğimiz inanç sebebiyle gerçekleşmesinin yanı sıra ilmi ve iktisadi sebeplerle de gerçekleştiğini ifade etmemiz gerekmektedir. Bunlar arasında ilim yolculukları bilginin elde edilmesi ve gelişiminde çok önemli bir sebeptir. Bu sayede insanlık tarihi boyunca bilgilerin ve fikirlerin hareketliliği sağlanmıştır. İktisadi sebepler ise medeniyetlerin oluşum ve gelişiminde en temel hareketliliklerden birisi olan malların dönüşümü ve alışverişidir. İnsanlık iktisadi sebepler mucibince sürekli göç etmiş ve bu sayede malların hareketliliğini sağlamıştır. Dolayısıyla insanların, bilgilerin ve malların hareketliliği için zaruri olan göç hareketleri dünya tarihinin de en önemli unsurları haline gelmiştir. Önceki satırlarda vurguladığımız üzere tarihte olduğu gibi bugün de bu üç hareketliliği gerçekleştiren ve yöneten toplumlar büyük güçler olarak varlıklarını sürdürmüştür.
Bu hareketliliklere ilave edebileceğimiz son bir özellik de ruhsal ve manevi göçtür. “Elbiseni temiz tut, kötü şeyleri terk et.” (Müddessir Sûresi, 74:4) ayetinde de ifade edildiği üzere insanın yanlıştan doğruya, kötüden iyiye, çirkinlikten güzelliğe, haksızlıktan adalete, zararlıdan faydalıya, günahtan sevaba, münkerden marufa, batıldan hakka vs. olan geçişi de hicret olarak değerlendirilmektedir. Dolayısıyla mikrodan makro ölçeğe hayatın bütün aşamalarında her an bir göçmen, muhacir olmak emredilmektedir. Dünya hayatının bir ağacın altında dinlenmek gibi telakki edildiği bir zaman ve süreç içerisinde göçmenliği bir an olsun terk etmemek telkin edilmektedir.
“Dünya hayatının bir ağacın altında dinlenmek gibi telakki edildiği bir zaman ve süreç içerisinde göçmenliği bir an olsun terk etmemek telkin edilmektedir.”
Hicretin bu esaslı özelliklerinden dolayı Kuran-ı Kerim’de Hz. Hacer göç eden kadın anlamında isimlendirilmiş; onun, eşi Hz. İbrahim’in ve çocuklarının göçü de insanlığın çok önemli bir aşamasına öncülük etmelerini ve sonrasında haklarında kıyamete kadar dualar edilmesini beraberinde getirmiştir. Yine sahabeyi tarif ederken hicret merkezli bir anlayış ile kimini hicret edenler olarak muhacir kategorisinde, kimisini de muhacirlere yardım eden, yurtlarını açanlar olarak ensar kategorisinde değerlendirmiştir. Bu özelliğindendir ki Müslümanlar hicretin ve doğurduğu sonuçların idrakiyle Hz. Ömer döneminde takvimin başlangıcını Mekke’den Yesrib’e hicret olarak belirlemiştir.
Sözlerimizi merhum Aliya’ya Bosna Savaşı’na dair “hatırda kalması gereken şey”in ne olduğu sorusuna verdiği cevabı üzerinden tamamlayalım. Aliya, hatırda kalması gereken şeye cevap olarak “direniş” der. Aliya bu sayede elde edilen zafere aldanmadan direnmeye devam edilmesini salık vermektedir. Bizlerin de yeni bir hicri yıla girdiğimiz bu günlerde hatırda tutmamız gereken şey, bugünkü zaman ve süreç tasarrufumuzda bir ıslahın gerçekleştirilmesi ve hicret üzere bir hayatın sürdürülüp sürdürülmediğinin muhasebesinin yapılması olmalıdır.
1443. hicri yıl zaman ve süreç tasarrufuna yönelik farkındalığınızın artırmasına, ıslah çabanıza ve hicretinize tanık olsun.