Konvansiyonel Ekonominin Temel Arızaları
Ekonominin klasik olarak kabul gören tanımı içinde geçen kıt kaynakların sınırsız insan ihtiyaçlarıyla dengelenmesi yaklaşımı, toplumun ihtiyaç ve faydasının bireyin istek ve arzularına feda edilmesidir. Bireyin isteklerinin ve arzularının ne pahasına olursa olsun ön plana çıkartıldığı ve “sınırlı” kaynaklarla tatmin edilmeye çalışılması; toplumda iyi, makbul, güzel olanın yaşamasına imkân vermeyecek bir anlayış doğurmaktadır. Ekonominin işleyiş mantığı toplum için marufu üretmekten uzaktır. Rekabet kapitalist sistemin yapısına içkindir. Rekabetin gerekliliği olan güçlünün zayıfı piyasadan silebildiği dolayısıyla zayıf olana yaşama imkânı tanımayan bu anlayış; eşitlik ve denge üretebilecek bir anlayış değildir.
Sistemin aksaklığının yakın zamanlarda şahit olduğumuz en net tezahürlerinden birisi olan 2008 Finansal Krizi; bireyselci, çıkarcı, ahlaki sınırlara sahip olmayan bir anlayış üzerine inşa olmuş Wall-Street üzerinden dünyaya yayılan bir açgözlülük, bencillik krizidir. Küçük bir azınlığın kendi bireysel çıkarlarını maksimize etmesi uğruna milyonlarca insanın tasarruflarının, birikimlerinin yok edildiği bu süreç, insanların yaşadıkları maddi kayıpların yanında güven, umut, yardımlaşma gibi ahlaki, manevi ve insani duygularının da hasar görmesine yol açmıştır. Lehman Brothers, AIG ve CitiGroup gibi büyük finansal şirketlerin, kuruluşların CEO, yönetici ve sahipleri milyonlarca dolar gelir ve kazanç elde ederken; milyonlarca insanın tasarruflarının yok edilmesi, işsizliğe, güvencesizliğe ve mutlak yoksulluğa mahkûm edilmeleri, borç yükü altında sürekli olarak büyük sermayenin hesabına çalışmaya mecbur bırakılmaları çarpık bir anlayışın bir tezahürüdür.
Kapitalizmde Emek-Sermaye Çatışması
Kapitalizm, tarihsel olarak devralınmış sınıf, etnisite ve cinsiyet eşitsizlikleri üzerine kuruludur. Sistem itibariyle bu eşitsizlikleri sürdürecek ve olumsuzluklarını derinleştirecek bir yapıdadır. Kapitalizmdeki en temel iki üretim faktörü emek ve sermaye aynı düzeydeki bir eşitliğin iki tarafını temsil etmezler. Kapitalizmde eşitsizliği üreten doğrudan serbest piyasa değildir, bu noktada serbest piyasa bir sonuçtur. Eşitsizliği üreten en temel neden ve mekanizma, piyasa değil, sermayedir. Sermaye paradır ya da teminatlı mülkün gerçekleşebilir parasal değeridir. Emeğin aksine, sermaye bir teminat olarak kullanılabilir ve elde edilen “kredi gücü” daha fazla servet elde edilmesine imkân sağlar. Emeğin ise böylesi bir imkânı yoktur. Emek; yapılan işten ayrılamaz ve koparılamaz. Dolayısıyla emek ve sermaye arasındaki bu asimetrik ilişki eşitsizliğin en büyük itici gücüdür.
Kapitalist sistem içerisinde güçlü olan sermayenin hakimiyeti üzerinden gücünü temerküz edebilirken, güçsüz ve zayıf olanın herhangi bir güvencesi ve teminatı bulunmamaktadır. Kapitalist sistemin doğasında içkin olan bu rekabetçi ve yıkıcı anlayış büyük kuruluşların küçük olanları yutabileceği bir öğütme mekanizmasıdır adeta. Devasa ölçeklerdeki finansal kuruluşların, bankaların, çok uluslu şirketlerin oluşmasına neden olan bu “yaratıcı yıkım” süreci, güçlü olanın piyasaya hâkim olduğu ve sürekli bir yıkım ve yeniden yaratım döngüsünün piyasadaki istikrarı ve sürekliliği etkilediği, geleceğe dair belirsizlikler ürettiği ve zaten tanım gereği “sınırlı” olan kaynakların bu yeniden yıkım ve yaratım sürecinde israf edilmesine neden olan süreğen bir yükseliş-düşüş döngüsü oluşturmaktadır.
Sisteme içkin sürdürülemeyecek sorunlar
Mevcut ekonomik sistemin yapısında, anlayışında, tanımında, politika ve kurumlarında bu olumsuz ve tahrip edici niteliklerin olduğunu görüyoruz. Mesela küresel ısınma ve iklim değişikliği gibi insanlığın karşılaştığı sorunlar hem sistemin üretmiş olduğu sorunlardır hem de bu sorunlar aynı anlayış içerisinde “kalıcı” ve “sürdürülebilir” bir çözüme kavuşturulamayacak meselelerdir. Bunun nedeni, bireylerin sahip oldukları (veya bireylerin sahip olduğu şeklinde empoze edilen) tüketim anlayışı ve kalıplarıdır. Kapitalist sistem içerisinde tüketicilere ya da müşterilere bolca ve görece olarak ucuz sunulan mal ve hizmetler kitlesel üretimin sonucudur. Kitlesel üretim yapan firma ve şirketler ise mal ve hizmetlerinin tüketilmesini, reklamlar ve çeşitli diğer propaganda araçlarıyla insanların “sınırsız isteklerini” devamlı kamçılayacak şekilde bir pazarlama yöntemiyle, garanti altına almaktadır. Bu istek ve hazların “doyumsuzluk” hali kendisini ancak durmak bilmez bir tüketim anlayışıyla dizginleyebilmektedir. Yine aynı şekilde, bu sorunlar sistem içinde çeşitli küçük düzenlemeler ve çözümlerle nihai olarak sonlandırılamayacak meselelerdir. “Evrensel temel gelir” gibi sistemin aksaklıklarına yama yapmaya yönelik bazı yaklaşımlar, sadece kısa vadedeki çözüme odaklanmaktadır. Ancak sistemin yapısına içkin olan mülkiyet ve sermaye ilişkisi uzun vadede yine aynı eşitsizlikçi atmosferi ve yapıyı oluşturma potansiyeline sahiptir. Dolayısıyla bu ve benzeri sistemsel sorunların üstesinden gelebilmek için bir anlayış ve paradigma değişikliğinin bir tercih değil bir zorunluluk olduğu ortadadır.
Piyasa ve firmalar ahlaki sınırlar olmadan işleyemez
Firma ve piyasalar kaçınılmaz olarak ahlaki kaygı ve yargılarla doludur. Çünkü bunlar kendilerinden menkul değil, insan ürünü ve insanın da içerisine dahil olduğu yapılardır. Bu “insan” ve “ahlakiliği” faktörü göz ardı edilir ve denklemden çıkarılırsa, bir ekonominin işleyişinin en temel dokusu hasar görecektir. Ekonomi, insan içindir. İnsani duygu ve özelliklerin dışsallaştırılması, insanlık tarihi kadar eski bu kadim gerçeğin inkâr edilmesi anlamına gelecektir. Ahlaki motivasyonun kabulü ki biz burada bunu daha geniş ölçekte “marufun kabulü” olarak ifade ediyoruz; ekonomistler, kuramcılar, politika yapıcılar ve uygulayıcılar açısından geniş bir araştırma ve uygulama gündemi açacaktır.
Bireylerin çok yönlü kişilik özelliklerinin inkâr edilmesi mümkün değildir. Yeni iktisat anlayışlarından bir kısmı bu gerçeği kabul ederken, neoklasik anlayışın hakimiyetindeki doktrin piyasa koşullarında en baskın ve birincil kişilik özelliğinin bireysel çıkar güdüsü olduğunu varsaymaktadır. Diğerkamlık ve diğer ahlaki yönelimlerimizi ticaret ve iş dünyasına girdiğimiz andan itibaren göz ardı eden bu anlayış mesela kişisel çıkarın maksimizasyonunun tüm sosyal ilişki ve etkileşim düzeylerine uygulanabileceğini ileri sürmektedir.
Dinamik, kuşatıcı bir süreç olarak etkin maruf anlayışı
İnsanlar ahlaki yargılara sahiptirler ve ahlaki yargılar salt tanımlayıcı/betimleyici değildirler. Ahlaki olan içerisinde bir eylem çağrısını veya bir eylemden kaçınmayı barındırır. Ahlak belli ölçüde bireysel düzeyi ilgilendirirken, “maruf” hem bireysel hem de toplumsal düzeyi kapsar. Yani başka bir deyişle toplumsal düzeyde “maruf olan” ahlaki olanı da kapsayacak, içerecek bir hüviyettedir. Buna göre, maruf olan nihaidir; kişinin veya bir başkasının herhangi bir arzusundan, tercihinden ya da politika ve seçiminden etkilenmez. Ancak bu nihailik ve kesinlik marufa durağan, statik bir karakter vermez. Maruf, statik olmayan dinamik ve kendisini devamlı güncelleyen bir süreç ve anlayıştır. Toplum düzeyinde devamlı olarak iyiyi, doğruyu ve güzeli aramak ve hâkim kılacak davranışlar oluşturmak marufu durağanlığa hapsolmaktan çıkarır. Marufun kapsayıcı ve kendisini üreten bir içeriğe sahip olması sosyal ilişkilerin maruf üzerinden ele alınabilmesine ve yorumlanabilmesine imkân vermektedir.
“Toplum düzeyinde devamlı olarak iyiyi, doğruyu ve güzeli aramak ve hâkim kılacak davranışlar oluşturmak marufu durağanlığa hapsolmaktan çıkarır.”
Maruf bir iktisadi anlayış ihtiyacı
Dolayısıyla iktisadı maruf bir anlayışla ele aldığımızda; iktisadın, toplumun her bir bireyi için iyi ve yararlı olanı gerçekleştiren, hakkaniyet ve doğruluğu önceleyen bir yaklaşım üretmesi gerekecektir. Maruf anlayışta güçlü zayıf demeden herkesin hakkını koruyan ve toplumsal faydayı gözeten bir ekonomik düzen kurulması amaçlanmaktadır. Maruf bir iktisadi anlayışla oluşturulacak iktisadi yapı insanlığın bugün karşılaştığı—küresel ısınma, iklim değişikliği, gelir ve servet adaletsizliği, zengin ve fakir arasındaki uçurum, doğal kaynakların sorumsuzca tüketilmesi, kaynakların, emeğin ve insanın sömürüldüğü, aşırı tüketim ve israf gibi—sorunları üretmeyecek ve bunlara dair yapıcı, kalıcı çözümler sunabilecek bir hüviyettedir.
Son olarak, “emri bi’l-maruf nehyi ani’l-münker” düsturu uyarınca; toplumda iyiliği yaygınlaştırıp kötülüğü azaltacak—ancak bunlarla da sınırlı kalmayacak şekilde—marufun yaygınlaştırılması ve yaşatılmasını toplumsal ve ekonomik tüm ilişkiler düzeyinde hâkim kılacak kurum ve politikaların oluşturulması “Maruf İktisat” anlayışının esasıdır.
Editör Notu: Bu yazı daha önce islamiktisadı.net sitesinde yayınlanmıştır.