İLKE Vakfı bünyesinde kurulan EPAM (Eğitim Politikaları Araştırma Merkezi) Koordinatörü Doç. Dr. İbrahim Hakan Karataş ile Türkiye’de eğitimin halini ve gidişatını konuştuk. Özellikle pandemi sürecinin eğitimde nasıl değişimlere yol açtığını irdeledik.
Kendisine teşekkür ederiz.
Pandemi döneminin zorluklarının eğitim açısından fırsata dönüştürülebileceği alanlar var mıdır? Bu alanları iyi kullanmak için neler yapılması gerekir?
Pandemi, genel bir kanaat olarak eğitimde dijitalleşme konusunda Türkiye’de büyük bir atılımın gerçekleşmesine vesile oldu. Salgınının Türkiye’ya sıçraması ile daha ilk günlerden itibaren EBA TV kurularak öğrencilerin öğrenime ara vermeden devam edebilmeleri sağlandı. Yine canlı ders uygulamaların başlaması ile öğrencilerin kendi öğretmenleriyle de iletişimde kalarak eğitime devam etmesi sağlandı. Bunun yanı sıra sadece öğrenciler için değil; öğretmenler için de hizmet içi eğitim faaliyetlerinin çevrimiçi platformlara taşınması, yıllar içerisinde hizmet içi faaliyet sertifikası alan öğretmen sayılarına bakıldığında, bu sene bu sayının oldukça artmasını sağladı.
Eğitimde dijitalleşme hem öğretmenler hem öğrenciler için zaman ve mekan esnekliği sağlamakta ancak bu sürecin yaptık, oldu diyerek bırakılmaması, teknolojide değişimleri de takip ederek buna entegre olarak geliştirilmesi gerekmektedir. Ancak bence bundan daha önemlisi pandemi, eğitimin geleneksel pratiğine ilişkin açık kapalı, ürkek cesur eleştirileri daha vurgulu ve anlaşılır hale getirdi. Pandemi eğitimde değişim ve dönüşüm konusunda arayışta olanlara yöntem ve izlek konusunda netlik sağladı. Elbette bu durum, hemen pandemi sonrası yepyeni bir eğitim sistemine geçmeye hazır ve nazır olduğumuz anlamına gelmiyor ama eğitim gibi kitlesi, içeriği ve yöntemiyle oldukça muhafazakar olan bir toplumsal olgu ve kurum için çok derin bir zihinsel kırılma yaşadığımız aşikar. Bunun değerli doğurguları olacaktır.
Bu dijitalleşmeyle birlikte eğitimin ve öğretmenlerin ebeveynler tarafından denetlenmesi nasıl sonuçlar doğuruyor?
Bu durum hem öğretmenlerde hem ebeveynlerde yeni sorumluluk alanları oluşturdu. Geleneksel eğitim modelinde öğretmen sınıfın kapısını kapadığında o sınıf içerisinde olan tüm olaylar yalnızca öğretmenin ve öğrencinin bildiği bir sır gibi kalıyordu. Ancak özellikle canlı ders uygulamaları ile öğrenci artık kendi evinde ve ebeveynleri ile birlikte ders katılıyor. Öğretmen de artık bu dersi yalnızca öğrencilerine değil aynı zamanda onun ebeveynlerine de anlatıyor diyebiliriz. Bu duruma ebeveyn açısından baktığımızda çocuğunun eğitim hayatıyla hiç ilgilenmeyen velilerin bile canlı ders sırasında çocuğunun daha öne çıkması için onu desteklediğini, dersleriyle daha yakından ilgilendiğini görmekteyiz. Öğretmen açısından baktığımızda ise kimi öğretmenler ebeveynin derse dahil olmasını, dersin bir unsuru olmasını olumlu karşıladı. Bunun hem kendisinin hem de öğrencisinin performansını arttırdığı, kendisinin daha az yorulduğunu çünkü sınıf seviyesinden daha geri kalan öğrencilerin velileri tarafından desteklendiğini düşünüyor. Kimi öğretmenlerse bu durumdan rahatsız oldu. Mahremiyetine zarar verdiğini, baskı altında hissettiğini ve hangi öğrencinin neyi, ne kadar öğrendiğini ölçemediğini düşünüyor.
Bu görünür olma durumu, Türk eğitim sisteminin Arap Baharına yol açabilir. Son yıllarda gerek veli taleplerinin gelişmesi ve dönüşmesi ve gerekse şeffaflık imkanlarının güçlenmesi, pandemi ile derin bir kurumsallık kazanacak gibi görünüyor. Bu da devletin denetim ve gözetimindeki eğitimi, toplumun ve bireylerin denetim ve gözetimine bırakan bir yapıya doğru bizi götürecek gibi görünüyor. Bunun hangi diktatörlükleri, otoriter rejimleri tehlikeye düşüreceğini az buçuk kestirsem de burada tek tek belirterek bir spekülasyona girmek istemem.
Peki uzaktan eğitim, aile içi eğitimi nasıl etkiledi?
En önemli fark, çocuğunun eğitim hayatıyla hiç ilgilenmeyen velilerin bile canlı ders uygulamaları ile çocuğunun durumunu daha net görmesi ile onu daha çok desteklemeye, dersleriyle daha yakından ilgilenmeye başlaması oldu. Sınıf seviyesinden daha geride kalan öğrenciler, velileri tarafından canlı ders esnasında desteklendi. Ama bunun zıddı olarak çocukların uzun süre evde kalmaları ebeveynleri bazı durumlarda da oldukça zorladı. Bu durum pandemi sürecinde evde kalmanın etkisi sonucunda kadına şiddetin artmasının yanı sıra çocuğa olan şiddetin de artmasına yol açtı. Bu durum kimi öğrenciler için evde öğrenme sürecini travmatik bir deneyime dönüştürdü. Okulların nispeten güvenli ortamından uzak kaldıkları her gün onlar için eğitimden soğumaya sebep olan bir deneyime dönüştü.
Uzaktan eğitim için gereken teknolojik imkanlara sahip olmayan öğrencilerin yaşadıkları yıkımın ve eğitim kaybının önüne geçilmesi için ne yapmak gerekir?
Özellikle teknolojik imkanlara sahip olmayan öğrenciler eğitim sürecinde uzakta kaldıkları dönemde desteklenmek amacıyla öğretmenler tarafından ulaşabilirliğin kolay olduğu çevresel materyallerin öğrenme sürecinde kullanılması konusunda ailelere rehberlik edilmeli ve öğrencilerin bu materyal ile öğrenme sürecinin desteklenmesi sağlanmalı. Bakanlık bu süreçte çok sayıda destekleyici eğitsel malzeme geliştirmiş olsa da bence asıl görev okullara ve doğal olarak okul yönetimlerine düşüyor. Okul; öğretmeniyle, rehberiyle ve diğer bileşenleriyle öğrenciye ulaşmalı, durumunu analiz etmeli ve bireysel telafi süreçleri oluşturmalı. Bu da gerçek bir öğretimsel liderlik rolünün ortaya çıkmasını gerektiriyor. Özellikle öğrenmenin temel basamağında olduğu düşünülen birinci ve ikinci sınıf öğrencilerinin öğrenme kaybı yaşamaması için okul ve ailenin sıkı bir işbirliğine ihtiyacı var.
“Okul; öğretmeniyle, rehberiyle ve diğer bileşenleriyle öğrenciye ulaşmalı, durumunu analiz etmeli ve bireysel telafi süreçleri oluşturmalı.”
Okula dönüldüğünde, uzaktan eğitim süreçlerinde işlenen derslerle ilgili bir takviye planı hazırlanması bir çözüm sunabilir mi?
Elbette olabilir. Esasen bu okulun olağan görev ve süreçlerinden biridir. Ancak bizde maalesef okul, aşırı merkeziyetçi yapı içinde bir alt birim olduğunda neredeyse hiç inisiyatif alanı olmayan bir bürokratik idare görünümü vermektedir. Pandemi ile okulun özerkliğinin önemi daha fazla anlaşıldı. Okullar kendi öğrencilerinin durumlarına yönelik olarak öğretmenler kurulunda, zümrelerde kafa kafaya vererek kendilerine en uygun çözümleri bulabilirler.
Belki şunu eklemek yerinde olur: Hazırlanacak takviye planının öğrencilerin yalnızca öğrenme kaybını telafi edecek şekilde değil, yaşanılan dönemin zorlukları da düşünülerek öğrencilerin okula ve okul şartlarına tekrar adaptasyonunu da içeren bir oryantasyon programı olması gerekir.
2023 yılında tamamlanması planlanan Eğitim Vizyonu da pandemi ile aksamış oldu. Burada nasıl bir yol izlenmeli?
Esasen, gerek Bakan, gerekse MEB’in diğer birimleri 2023 Eğitim Vizyonu belgesindeki hedeflerden 2020 ve 2021 yıllarına yönelik olanlara dair kimi girişimlerde bulundular. Mesela geçen yıl haziran ayında öğretmen atama ve yer değiştirme yönetmeliğinde yapılan değişiklik, Şubat ayın okul yöneticisi görevlendirme yönetmeliğinde yapılan değişiklik ve benzeri birkaç diğer çalışmanın belgenin hedeflerine yönelik olduğu açık. Ancak bütün bunlar maalesef birçok hedefin geride kalmasını önleyemedi. Vizyon Belgesi hedeflerini incelediğimizde bunu açıkça görebiliyoruz. Gerçi bu aksamanın sebebi gerçekte pandemi mi yoksa hedeflerin politik, yapısal ve mali bakımdan gerçekleştirilebilirliği de bunda etkili oldu mu? Bu da sorulması gereken bir soru.
Vizyon Belgesi hedefleri ile ilgili olarak yapılması gerekenler karar alıcılar ve uygulamacılar bakımından esasen açık. Pandemi koşulları neyi, ne düzeyde etkiledi ise bunlar açıklıkla masaya yatırılır ve bir revizyon yapılabilir. Zaten hükümetin orta vadeli programları bu revizyon için oldukça iyi bir yol ve deneyim öneriyor.
Ancak bence bu yaz şöyle bir uygulama yapılmalı: Bakanlık Vizyon Belgesini ilan ettiği ilk yıl olan 2018 ve 2019 başlarında ülke genelinde il ve ilçelerde çalıştaylar yaparak Belgeyi hem tabana anlatma ve geniş kitlelerde farkındalık oluşturma hem de uygulamayı motive etme bakımından güzel bir çalışma yapmıştı. Bu uygulamayı tekrar edebilir. Buna iki sebepten ihtiyacı var: Birincisi pandeminin getirdiği değişimin programa yansıtılması gerekiyor. İkincisi de programa dair sahada neyin yapılıp, neyin yapılamadığı konusunda bir geribildirime ihtiyaç var. Bir üçüncü husus eklemek gerekirse o da yeniden bir motivasyon ve adaptasyon ihtiyacı. Öğrenciler kadar öğretmeninden il ve ilçe milli eğitim müdürüne kadar herkesin yeniden bir moral ve motivasyona ihtiyacı var.
Pandeminin gölgesinde kalan eğitimin temel problemlerinin tekrar ele alınması mümkün olacak mı?
Bu dönemde eğitimin temel problemlerinden okul öncesi eğitimin zorunlu ve parasız olması meselesi konusunda adım atılamadı, okul özerkliğinin ve okula dayalı bütçe yönetiminin önemi ön plana çıktı, öğretmen meslek kanunu gündeme gelmedi. Bu sorunların pandemi sonrasında tekrar daha büyük şiddette gündeme geleceğini düşünüyorum. Bunlara eklenecek bazı başka konular da var.
Ancak bence daha önemlisi pandemi, kendi özgün başlıkları ile geldi. O yüzden pandemi sonrası dönem hibrit bir nitelik taşıyacak. Yani bir taraftan kronik sorunlar yeniden önümüze gelecek, bir taraftan da pandemi ile oluşan yeni şartların önümüze koyduğu konular tartışma konusu olacak. Sonuçta pandemi sonrası gündemi, önceki gündemi kaldığı yerden devam ettirmeye pek müsaade etmeyecek gibi görünüyor.
Şöyle bir tehlikeyi de göz önünde bulundurmak lazım. Pandemi sonrası okula dönüş bütün kesimler için yepyeni bir dönemin miladı olacak. Politikacılar, karar alıcılar ve uygulamacılar, çok güçlü bir pozitif potansiyel taşıyan bu dönemi yönetme konusunda daha titiz ve hazırlıklı olmaları gerektiğini düşünüyorum. Çok kısa sürede bir çuval inciri berbat edebilir, geniş kitlelerde aynı tas aynı hamam algısı oluşturabiliriz.
İLKE Vakfı bünyesinde EPAM (Eğitim Politikaları Araştırma Merkezi) kuruldu. Direktörü olarak, EPAM’ın vizyonunu nasıl anlatırsınız? Bu merkez eğitim çalışmalarına ne katabilir?
EPAM Türkiye’de eğitimde yaşanan dönüşümü alanında izlemek, anlamak, yorumlamak, açıklamak ve Geleceğin Türkiyesi için politikalar geliştirmek için kurulmuştur.
Türkiye’nin eğitim alanındaki tecrübe, birikim ve imkanlarını göz önüne alarak bugünün ve geleceğin sorunlarına çözümler üretebilmeyi amaçlamaktayız. EPAM yaptığı ve yapacağı çalışmalar ile Türkiye’de eğitim alanının güçlenmesini sağlayacak, bütün dünyada eğitimde fırsat eşitliği ve adaletin sağlanmasına katkı sunacak bir birim oluşturarak bunu tüm toplumla paylaşacaktır.
Bu misyonu temel unsuru Türkiye’nin tecrübesi ve birikimidir. Birikim kurumsal olduğu kadar akademik ve insan bakımından da geçerlidir. Ancak birçok konuda olduğu gibi eğitim alanında da kronik sorunlar kutuplaşmanın getirdiği sığlık ve dar görüşlülük içinde çözümsüzlüğe itiliyor. EPAM, esas misyon olarak bu zaafların farkında olarak Türkiye’nin eğitim alanındaki akademik ve kurumsal birikimini eğitimin bugünkü sorunlarına pratik çözüme dönüştürmeyi benimsemiştir diyebiliriz. Bu da insanıyla, toplumuyla ve yönetimiyle topyekün bir gelişme ivmesine karınca kararınca bir katkı ve etki teşebbüsüdür. Umarım başarırız.