Biden’ın Yeni Küresel Perspektifi Türk-Amerikan İlişkilerini Eski Sorunların Gölgesinden Kurtarabilecek mi? - İLKE Analiz

Biden’ın Yeni Küresel Perspektifi Türk-Amerikan İlişkilerini Eski Sorunların Gölgesinden Kurtarabilecek mi?

Hakan Çopur

20 Ocak’ta göreve gelen Joe Biden yönetimi hem ABD’nin küresel sistemle ilişkileri hem de Türk-Amerikan ilişkileri için bir revizyon imkanı doğurmuş durumda. Donald Trump’ın görev süresinde müttefikleri ile sorunlu bir dönem geçiren ABD, “Amerika geri döndü, diplomasi geri döndü” mottosuyla işbaşına gelen Biden yönetimi ile kurumsal diplomasi ve geleneksel müttefiklik ilişkilerini tamir etmek istiyor. Orta ve uzun vadede Çin’i “en önemli küresel rakibi” olarak, Rusya’yı ise kısa ve orta vadede “oyun bozucu” bir rakip olarak tanımlayan ABD, Batılı ittifak ağlarını sağlamlaştırmayı diplomasisinin en öncelikli hedefi olarak görüyor. Türkiye gibi NATO’nun en büyük ikinci ordusuna sahip bir ülkenin böylesi bir küresel perspektifte taşıyacağı önem kaçınılmazdır; ancak Türk-Amerikan ilişkilerindeki kimi yapısal kimi konjonktürel sorunların yarattığı güvensizliğin giderilememesi, ikili ilişkilerin son yıllardaki inişli çıkışlı seyrini sürdürmesine neden olabilir.

Biden yönetiminin dış politika öncelikleri

Kısa süre önce Geçici Ulusal Güvenlik Strateji Kılavuzunu yayımlayan Biden yönetimi, açık bir şekilde orta-uzun vadede Çin’le küresel bir rekabete hazırlanmak istediğini vurguluyor. Teknolojik, ekonomik, siber güvenlik ve askeri alanlarda Çin’le küresel rekabette önde kalmak isteyen ancak bunun çok zor olduğunun farkında olan ABD, artık Ortadoğu’ya daha sınırlı ve konjonktürel kaynak ayırarak, asıl ekonomik ve askeri kaynaklarını Hint-Pasifik bölgesine odaklamak istiyor.

2010’ların başından itibaren Çin’le rekabetin farkında olan ABD, esasen yeni olmayan bu stratejik yaklaşımının altını, Biden yönetiminde daha kalın şekilde çizmek amacında. Çin’in kurallara dayalı uluslararası sistemi tehdit ettiğinin altını çizen Washington’daki karar vericiler, Pekin’e karşı daha fazla oyalanmamaları gerektiğinin farkında gözüküyor. Öte yandan aynı strateji kılavuzunda Rusya’nın bölgesel tehditlerine karşı ABD, hem NATO ittifakını diri tutmak, hem de askeri ağırlık merkezini (Hint-Pasifik’ten sonra) Doğu Avrupa’ya odaklamak niyetinde. Bu da Ortadoğu’ya daha az ekonomik ve askeri kaynak ayırmak demek. Ancak gerek Çin ve Rusya ile rekabet, gerekse bölgesel revizyonlarda Türkiye, kendi bölgesindeki en güçlü ve önemli müttefik olarak her iki yaklaşımın da anahtar ülkelerinden biri konumunda. Ancak son dönemde Türkiye’nin özellikle Rusya ile girift ilişkiler içinde olmasının Washington’da pek de hoş karşılanmadığını sadece S-400 meselesine bakarak dahi anlamak mümkün. Bu yönüyle Türkiye, kendi ulusal güvenliğine ilişkin konularda sırtını sadece ABD’ye/Batı’ya yaslayamayacağının bilinciyle alternatifli ilişki ağları kurabilmek için çaba gösteriyor. Hem meşakkatli hem de masraflı olan bu sürecin yeni dönemde Türk-Amerikan ilişkilerini nasıl etkileyeceğini görmek için biraz daha beklemek gerekiyor.

İkili ilişkilerdeki sorunlar çözüm bekliyor

Kuşkusuz son yıllarda sorun yaşanan ve hatta bazıları krize dönüşen konu başlıklarının birkaç ayda çözüme kavuşturulması pek olası değil. Şu an Türk-Amerikan ilişkilerindeki asıl sorunun “güven eksikliği” olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz. İster S-400 meselesinde, ister F-35 meselesinde, ister ABD’nin YPG/PKK’ya Suriye’de verdiği destek noktasında, isterse insan hakları alanında; mevcut tabloya bakıldığında tüm bu sorun alanlarının altında Washington ve Ankara’daki karşılıklı güven eksikliği olduğu görülebilir. Trump döneminde ABD Başkanı ile Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan arasındaki yapıcı ikili ilişkinin birkaç kez ilişkileri uçurumun kenarından kurtardığına tanık olduk. Yeni dönemde Demokrat bir yönetimde (her ne kadar Biden ile Erdoğan birbirini iyi tanıyor olsa da) ise liderler diplomasisinin muhtemel bir krizde nasıl rol oynayacağını henüz bilmiyoruz. Bu noktada 24 Nisan’da Biden’ın yapacağı açıklamada “sözde Ermeni soykırımı” ifadesini kullanması durumunda bu noktayı test etme imkanı olabilir. Ancak göreve gelmesinden bu yana 3 ay olan Biden’ın henüz Cumhurbaşkanı Erdoğan ile telefonda görüşmemiş olması kafalardaki soru işaretlerini artırıyor.

“Şu an Türk-Amerikan ilişkilerindeki asıl sorunun “güven eksikliği” olduğunu söylemek pek de yanlış olmaz.”

Türkiye’yi “Rusya’ya çok fazla yakınlaşan ve güvenilirliği şüpheli bir NATO müttefiki” olarak gören ABD’deki bazı karar vericiler, bir şekilde Ankara’yı “cezalandırmak” için S-400 meselesini kronik bir soruna dönüştürdü. Buna bağlı olarak Türkiye’nin F-35 programından çıkarılması da bu sorunu derinleştirdi. Mevcut tabloda Biden yönetiminin S-400 meselesinde herhangi bir pozisyon değişikliğine niyetinin olmadığı aşikardır. Türkiye de egemen bir devlet olarak bu kararı alırken ABD’ye danışmak zorunda olmadığını ve neden S-400’leri almak durumunda kaldığını her fırsatta dile getiriyor. Dolayısıyla şu anda ikili ilişkilerin en hassas ve kırılgan konularının başında gelen S-400 meselesinde iki tarafın da pozisyonu bellidir ve iki taraf da konuyu “dondurulmuş” bir sorun olarak kenarda bekletiyor. Kim bilir, belki de iki taraf bu konuyu süresiz olarak dondurulmuş kategorisinde tutmaya karar verir ve bu husus yeniden krize dönüşmez.

Diğer yandan son dönemde gündemden kısmen düşen ABD’nin YPG/PKK’ya desteği konusu da, Biden yönetiminin henüz somut bir Suriye planının olmaması sebebiyle askıda bekleyen bir diğer konu olarak duruyor. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki proaktif hareketliliğini “provokatif” bulan ABD yönetimi, bu konuda Yunanistan’ın tezlerine yakın gözüküyor ki bu da potansiyel bir sorun alanının devamı anlamına geliyor. Yaprak kıpırdamayan FETÖ elebaşı Gülen’in iadesi süreci de yine ilişkilerde çözüm bekleyen ancak yakın zamanda hareketlilik beklenmeyen bir başka başlık. ABD’de devam eden Halkbank davasında yaz aylarında çıkması muhtemel bir kararın olumlu ya da olumsuz olması da ikili ilişkilerin seyrini önemli ölçüde etkileyecek bir diğer başlık olarak listede bulunuyor.

Esasen hepsi eski olan ve kısa vadede çözülmeleri için iki tarafın da ortaya net bir irade koyması gereken bu sorunlar, Biden yönetiminde de Türk-Amerikan ilişkilerinin inişli çıkışlı bir seyir izleyeceğine işaret ediyor. Buna, Biden yönetiminin “insan haklarını dış politikanın ana unsurlarından biri haline getiren yaklaşımı” da eklenirse, (gerçekçi bakıldığında) ikili ilişkilerin seyrinin kolay yollardan geçmeyeceği sonucuna ulaşılabilir. Ancak tüm bu sorunlar bagajı, ikili ilişkilerde hiç pozitif bir ajanda olmadığı anlamına kesinlikle gelmiyor. Esas mesele, ABD’nin “bölgesel ve uluslararası ittifak ilişkilerimizi güçlendireceğiz” söyleminin, sorunlu Türk-Amerikan ilişkilerinin neresine tekabül edeceği meselesidir.

Yapıcı diyalog ve kurumsal diplomasi, pozitif ajandayı güçlendirebilir

Trump dönemine kıyasla Biden’ın Antony Blinken ve Jake Sullivan gibi dış politika yapıcılarıyla kurumsal diplomasiye ve yapıcı diyaloga daha fazla önem veren bir politika benimsemesi, ikili ilişkilerin hep sorunlu taraflarına odaklanmak yerine pozitif ajandadaki işbirliği alanlarının öne çıkarılmasına zemin olabilir. S-400, YPG/PKK, FETÖ elebaşı ve diğer konularda tarafların genel olarak pozisyonlarının belli olduğu bir noktada henüz ABD tarafının Türkiye’ye nasıl yaklaşacağı konusunda net bir çizgi belirleyemediği anlaşılıyor. Mesafeli başlayan yeni dönem ikili ilişkilerinin ikili ticaret hacmi, Kıbrıs (ve Doğu Akdeniz), Libya, Ukrayna ve iklim değişikliği gibi bazı alanlarda pozitif mesafe kat etmesi pekala mümkün. Yeni dönemde (herhangi bir gerekçeyle) yeni yaptırımların ve yaptırım dilinin gündeme gelmemesi, sorunlar/krizler olduğunda tarafların birbirini kamuoyu önünde hedef almamaları, Biden ile Erdoğan’ın kısa zamanda görüşüp gerçekçi ve ılımlı bir başlangıç yapmaları gibi maddeler, Ankara-Washington hattındaki tansiyonun düşmesine yardımcı olacaktır. Buna mukabil 24 Nisan’daki muhtemel “soykırım” açıklaması, Halkbank davası ve Ankara’yı rahatsız edebilecek bazı insan hakları açıklamaları gibi başlıklar gerilimi kısmen artıracaktır.

Mezkur sorun alanlarında muhtemel çözümlerden ya da sorunları dondurma yaklaşımından bağımsız olarak ABD’nin Çin-Rusya eksenine karşı mümkün olabildiğince güçlü ve yekpare bir Batı blokuna ihtiyacı var. Ancak başta Hindistan olmak üzere bölgedeki diğer ülkelerin ve Avrupa Birliği’ndeki Almanya gibi bazı ülkelerin Çin ve Rusya ile sahip oldukları çok katmanlı ilişkiler, hiçbir ülkenin artık bir büyük gücün kontrolü altına girmeyeceğinin emareleri olarak okunabilir. NATO içinde önemli rolü olan Türkiye ve Almanya gibi ülkelerin Rusya ile kurduğu işbirlikleri (S-400 ve Kuzey Akım-2) ABD için baş ağrısı anlamına gelirken, genel anlamda AB’nin Çin’le olan ticaret hacminin ABD’yi geçmesi de ekonomik olarak çok önemli bir karşılıklı bağımlılık göstergesidir. Bölgesel stratejilerin yeniden çizildiği ve ülkeler arasında çok katmanlı ve girift ilişkilerin olduğu böylesine bir dönemde ABD’nin yapmak isteyeceği son şey, Ankara’yı şu ya da bu şekilde Pekin-Moskova hattına itmektir. Daha önce bu hataya düşen ABD’nin yeni yönetimle birlikte daha rasyonel hareket edip ilişkilere yapıcı bir diyalog anlayışıyla yaklaşmak durumundadır. Washington’da söyleme yansıyan bu perspektifin karar alıcı bir iradeye dönüşüp dönüşmeyeceğini görmek için ise biraz daha beklemek gerekiyor.

0 yorum

Diğer Yazılar