Geçtiğimiz 2019 yılının Kasım ayında İLKE Vakfı için “Geleceğin Eğitiminde Yeni Öğretmen Becerileri” konulu bir çalışma kaleme aldık. 21. yüzyılda eğitim alışkanlıklarının dönüşüm alanları ve kırılma noktaları üzerine değinen çalışmada, öngörülen değişim alanları hususunda “Türkiye için çok vakit var” benzeri değerlendirmeler yapıldı. Fakat geldiğimiz nokta, önerilerimizin pek çoğunu acil eylem planlarının konusu hâline getirdi.
Bugün Covid-19’la birlikte yaşanan süreç her fikirden ve türden alışkanlık sahibi kişileri teknolojinin sunduğu yeni iletişim becerilerinin istifadesi konusunda ortak bir noktada buluşturdu. Sadece formel eğitim süreçleri değil informel eğitim süreçleri de yeni iletişim teknolojilerinden nasibini almaya başladı. Çevrimiçi dünyada, hafızlık dersleri, ev sohbetleri, hadis okumaları yerini aldı. İçinde yaşanılan dönemin hareket kısıtlılıkları çevrimiçi okuma
buluşmaları, yeni ders halkalarına da fırsat oldu. Sadece ulusal üniversiteler, kütüphaneler değil, dünyanın pek çok yerinden üniversiteler, enstitüler ve kütüphaneler çevrimiçi kaynaklarını herkesin istifadesine sundu. Gelinen sürecin toplumsal alışkanlıklarımızda meydana getirdiği değişimlerin kalıcılığı belirsiz iken, teknoloji ile kurulan yakınlığın daha uzun soluklu etkileri olacağı kesin gözüküyor.
Covid-19 ile birlikte eğitim, iletişim, toplantı hatta bireysel görüşmelerin en popüler platformu olan “Zoom” bildiğimiz özellikleriyle popülaritesinin hakkını vermenin yanında ismi ile de bize güçlü bir mesaj veriyor. “Yüksek hız ve enerji ile hareket etmek, bir yere çok hızlı ulaşmak”
anlamına gelen Zoom, kamera gibi bir araç üzerinden, bir yere zoom yapıldığında, o nesnenin ya da yerin çok daha yakın veya daha uzak görünmesini sağlıyor. Eğitimin organizasyonunda yer alan kişi ve kurumlar Zoom penceresinden ele alındığında okul, sınıf, öğretme, öğrenme ve eğitim ritüelleri üzerinden yeni okumalar yapılması için fırsatlar sunuyor.
Eğitim literatüründe belirli bir öğrenme mekânını temsil eden okul ve sınıf kavramlarının öncelikle fiziki sınırlarını kaybettiğini görüyoruz. Bilgi iletişim teknolojilerinin erişebildiği her ev ve oda, okulun ve sınıfın yeni formlarını temsil etmeye başladı. Bilgisayar kamerası, TV kanalı üzerinden tuşlar ve linklerin yol göstericiliğinde evler ve odalar sınırsız yeni bir dünya okulunun küçük okullarına ve sınıflarına dönüştü. Eğitimimizin resmî kuramı olan yapılandırmacı (constructivism-inşacı kuram fakat eğitim literatüründe yapılandırmacı olarak kabul gördüğü için bu şekilde kullanacağız) kuramın temel pratiklerinden olan kendi kendine öğrenme (self learning), öz disiplin (self-disicipline) kavramlarının daha da önem kazandığı bu dönemde, okulun ve sınıfın yanında bilginin mahiyeti, anlamı, yansıması, kaynağı ve hakikat boyutu gibi çok temel alanlarda da sarsıcı dönüşümlerin yansımalarını daha net göreceğiz. Kişinin özerkliği tezini savunan yapılandırmacı yaklaşımın önündeki temel engellerden biri olan okulun, öğretmenin ve programın kısıtlayıcılığı, yeni öğrenme ortamında ortadan kalkınca bir yandan bilginin inşasının bireyciliği test edilmiş olacak bir yandan da yapılandırmacılığın kendini yeniden yapılandırmasına şahitlik edeceğiz.
Yaşadığımız süreç öğretmenin konumu, okul kültürü, eğitimin verimliliği üzerinden tartışmalar ekseninde değerlendirilirken 2005 yılı itibarıyla eğitim sistemimizin temel paradigması olan yapılandırmacı kuramı mercek altına almak bugün daha önemli duruyor. Modern eğitim sisteminin oluşumu ve uygulanması sürecinde kaçınılması elzem görülen “geleneksel eğitim” -ki bunun mahiyetini içeren ve değerlendiren kapsamlı bir metin üretilebilmiş değil. Bekir Gür, “geleneksel eğitim” söz öbeği için “ilerlemeci pedagojinin kavramsal bir uydurmasıdır; bir başka deyişle, ilerlemeci pedagojinin sunduğu şekliyle “geleneksel” eğitim diye bir şey gerçekte gelenekte (yani modern zamanlar öncesinde) yoktur” demiştir- eğitimde kitabın işlevini “ezbercilik ve ölü bilgi aktarımının aracı” olarak nitelendirip önce muğlaklaştırıp zamanla da ortadan kaldırınca sıra öğretmenin konum ve otoritesine geldi. Yine geleneksel eğitim “kusurları” perspektifinden ele alınan öğretmenin konum ve otoritesi modern eğitimin “kusursuz” hedef ve uygulamalarına göre dizayn edilmeye çalışıldı. “Ne öğretelim?” sorusu yerini “Nasıl öğrenir?” sorusuna bırakınca öğretmen yetiştirme anlayışında değişikliklere gidildi.
“Ne öğretelim?” sorusu yerini “Nasıl öğrenir?” sorusuna bırakınca öğretmen yetiştirme anlayışında değişikliklere gidildi.”
Öğretmen eğitiminde yöntemin merkeze alınması, öğretmenin sahip olması gereken bilginin niteliğinin dışarıda bırakılması, öğretmenliğin eğitim tarihimizdeki anlamlı rolünü ortadan kaldırdı. İronik bir şekilde öğretmenlik entelektüel bir uğraş olmaktan çıkarılıp bilgi aktarıcısı
konumuna düşürüldü. Dolayısıyla bir makine öğrenmesi ile herhangi bir farkı yok kabul edilmeye başlandı. Yöntemin içeriğe tahakkümü de onu erişilemez hâle getirdi. Öğretmenin neyi bildiğinin önemsizleştirilmesi burada bir zafiyet oluşturmaya başladı. Kendi uzmanlık alanını organize etmesi beklenmeyen hatta istenmeyen öğretmene – yapılandırmacı kuramın vaatlerinin aksine piyasanın ve politikanın yetkisiz ama sınırsız sorumluluk alanı çizmesine neden oldu.
Kitabın ve öğretmenin eğitim sisteminin ikincil konusu hâline gelmesiyle geleneksel eğitimin pasifize ettiği iddia edilen öğrencinin güç kazanması, eğitim sisteminin merkezinde yer alması öngörüldü ve bu doğrultuda çalışmalara başlandı. Yapılandırmacı kuram, pedagojiye öğrenci merkezli eğitim sisteminin inşasında önemli bir dayanak oluşturdu. Görünen kitap ve öğretmenin, öğrencinin kendi öğrenmesini gerçekleştirmesinde temel iki araç olduğuydu. Bu öğrenci, bilgiyi edinme sürecinde herhangi bir yönlendirme ve biçimlendirmeden uzak bilgiyi
yeniden kurmada ve bilgiyi yorumlayarak anlamın yaratılmasında aktif rol üstlenmeliydi. Bilginin salt tüketicisi değil aynı zamanda bilgi üreticisi olması bekleniyordu. Bilgiyi yapılandıran ve uygulamaya koyan öğrenci artık otonom bir öğrenci olacaktır. Otonom öğrenci bilgiyi olduğu gibi kabul etmeyecek, bilgiyi yaratacak ya da kendisi keşfedecektir. Kazanılan her bilgi bir sonraki bilgiyi yapılandırmanın zeminini teşkil edecek böylelikle yeni bilgiler önceden yapılanmış bilgiler üzerine bina edilecektir. Otonom öğrenci, bilgiyi gerçekten yapılandırdığında kendi yorumunu yapabilecek ve bilgiyi temelden kurabilecektir. Dolayısıyla bilgiyi salt biriktirip “ezberlemiş” olmayacak bilakis düşünme ve analiz etme yetisini kullanacaktır. Dolayısıyla öğretmenin karşısındaki “bağımsız ve muktedir öğrenen” tam da modern toplumun, kapitalist düzenin aradığı insan olacaktır. Çünkü yapılandırmacı kuramın öğreneni, kendisi dışındaki bilgiyi alıp kabul eden değil, bilgiyi inşa eden kişidir. Dolayısıyla geçmişi ve kültürü ile bir bağ kurması beklenmediğinden -istenmediğinden demekte de bir sakınca yoktur- olabildiğince dünyaya açık, bir yerde de kendi toplumuna yabancıdır. Kendisini bütünün içinde görüp bu bütün içerisinde bir inşa çabasına girmesi neredeyse imkânsız hâle gelmiştir. Öğretmene karşı kazanılan bu bağımsızlık, sınırsız bilgi kaynaklarının kuşatıcılığı karşısında öğreneni Arendt’in işaret ettiği üzere birden çok otoritenin hegemonyasıyla karşı karşıya getirmiştir.
Yazının ikinci bölümü için tıklayınız.
Editör Notu: Aralık 2020 tarihinde, Abdulkadir Macit editörlüğünde İLEM Yayınları etiketiyle çıkan “Salgın Günlerinde Toplumu ve Siyaseti Yeniden Düşünmek” isimli kitaptan alınmıştır.
Yazı ikiye bölünmüştür, yukarıdaki metin ilk bölümüdür.
İkinci bölüm 06.04.2021 tarihinde İLKE Analiz’de yayınlanacaktır.
Kaynakça ve dipnotlar da yazının sonunda yer alacaktır.