Teknolojik gelişmeler sayesinde, bugün coğrafyanın insan hayatında sınırlayıcı etkisinin büyük oranda yok olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Artık dünyamız artan bir şekilde hareketlilik ve göç mefhumları ile tanımlanıyor. Literatürde yaygın olarak fikirlerin, ürünlerin ve insanların herhangi bir sınırlamaya tabi tutulmadan hareket etmesi şeklinde tanımlanan küreselleşmenin, söz konusu “insanların hareketi” olduğunda vaat ettiği sözü tutmadığı görülmektedir. Bugün göçmenler ve mülteciler gittikleri ülkelerde hem sosyal hem de kurumsal birçok engelle karşılaşmaktadırlar.
Özellikle Avrupa göçmen krizi (ya da mülteci krizi) olarak adlandırılan süreç, hayatlarını kurtarmak için ülkelerinden kaçan milyonlarca Suriyeli mültecinin Avrupa sınırlarına varması ve sonrasında yaşananlar, bunu en açık şekliyle ortaya koymuştur. Kriz, özellikle önemli ulus-ötesi örgütlerden biri olan Avrupa Birliği’nin (AB) soruna dair ortak bir irade ve çözüm ortaya koyamaması, bir yandan AB’nin geleceğine dair zihinlerde soruların oluştuğu, diğer yandan üye ülkelerde milliyetçi söylemlerin ve aşırı sağ partilerin yükselişe geçtiği bir sürece yol açtı.
Milliyetçilik ve ulus devlet söylemleri, dünyayı “biz” ve “onlar” ideolojik ayrımı etrafında düşman iki kutup şeklinde görmemize neden olmaktadır. Bugün göçmen karşıtı tutum ile milliyetçi söylemlerin kökeninde ulus-devletler ile birlikte ortaya çıkan (inşa edilen) milliyetçi ahlak yatmaktadır.
Hayatın her alanını adeta bir örümcek ağı misali saran kültür (bkz. Clifford Gertz’in ünlü örümcek ağı metaforu), milliyetçi ahlakı anlamak için başvuracağımız en temel kavramlardan biridir. Kültür basit görünen her kavram gibi tanımlaması zor bir olgudur. Norveçli antropolog Thomas L. Eriksen’in dediği gibi kültür bir yandan bizi diğer canlılardan ayırırken, diğer taraftan ise bizi diğer insan topluluklarından farklılaştırmaktadır. Bu nedenle kültür kavramı, hem insan toplulukları arasındaki temel benzerlikleri hem de sistematik farklılıkları ifade etmektedir. Bugün özellikle milliyetçi söylemler ile birlikte kültür kavramı siyasetin ana gündem konusu olmaktadır, bu özellikle kimlik siyasetinde kendini daha bir göstermektedir.
Kültürün çeşitli kullanımları vardır: Ünlü kültür teorisyeni Raymond Williams kültürün üç farklı kullanımı tespit etmiştir; (1) entelektüel ve estetik gelişimi ifade eden bir isim, (2) entelektüel ve sanatsal aktiviteleri ve çalışmaları ifade eden bir isim ve (3) spesifik yaşam biçimlerini ifade eden bir isim. Bir yaşam biçimi olarak kültür, güç ilişkilerinin varlık bulduğu bir alan olması bakımından literatürde en çok üzerinde durulan kullanımdır. Peki, nedir kültürü bu kadar önemli yapan şey? Kültürü önemli kılan ve üzerine eğilmemizi gerektiren yönü bu olgunun “normalleştirici” gücünde yatmaktadır. Örneğin, başka bir toplumda tabu olan, sorgulanması akıllardan bile geçmeyen bir durum, “bizim” kültürümüzde “normal” olarak kabul edilip, günlük hayatın sıradan bir parçası olarak vuku bulmaya devam edebiliyor.
“Kültürü önemli kılan ve üzerine eğilmemizi gerektiren yönü bu olgunun “normalleştirici” gücünde yatmaktadır”
Bugün özellikle ulus-devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte ortaya çıkan ulusal kültür (Türk kültürü, İngiliz kültürü, Alman kültürü vs.) anlayışı; kültürü statik, sınırlı, tarih dışı ve bir coğrafyaya (milli topaklara) kökleşmiş olarak özcü bir şekilde görmektedir. Hâlbuki tarihin her döneminde insanlar birbiriyle etkileşime geçmiş ve birbirlerinden her anlamda etkilenmişlerdir. Toplulukların kendilerine özgü yaşam biçimleri geliştirdikleri doğru olmakla birlikte bu yaşam biçiminin diğer kültürlerden etkilenmediği, değişmez ve statik olduğunu ifade etmek yanlış olmakta ve belli grupların çıkarlarına hizmet etmektedir. Bugün Avrupa’da ve yer yer ülkemizde de göçmenlere yönelik “kültürümüzü bozuyorlar” söylemi bu anlamda değerlendirilebilir.
Açıktan ırkçı söylemlere başvuramayanlar, bugün göçmenlerin entegrasyonunu veya asimilasyonunu engellemek adına “kültürümüzü korumak istiyoruz” söylemi ile “biz” ve “onlar” zihniyetini dolaşıma sokuyor. Bu söylem, artık tüm dünyada içinde yaşadıkları toplumların büyük bir kesimini oluşturan ve o toplumların “kirli işlerini” (yerlilerin tercih etmediği işler) yapan göçmenler ve mültecilere yönelik sömürünün devamını sağlayan bir işleve sahiptir.
Milliyetçilik çalışmalarını etkileyen Alman düşünür Johann G. Herder; kültürü “geniş bir aile” olarak görmüş ve bu durum “ulusu” tek bir millet, dil ve kültürden oluşan ve korunması gereken bir şey olarak gören anlayışın ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Milliyetçilik çalışmalarının bir başka ünlü ismi Benedict Anderson, ünlü kitabı Hayali Cemiyetler’de ulusu modern sanayi ve kültür tarafından tahayyül edilmiş siyasi bir cemiyet olarak tanımlar. Bu tanımlayama göre ulus hayali bir cemiyettir çünkü en küçük uluslarda bile üyeler birbirlerini tanımazlar, fakat kendilerini bir cemiyet olarak hayal ederler. Bu tanımlamada konumuz açısından en önemli özellik, bu cemiyetin sınırlı bir varlık olmasıdır.
Anderson’ın da belirtiği üzere hiçbir millet kendi sınırlarını, insanlığın sınırları ile birlikte hayal etmez. Bu yüzden hayal edebileceğimiz en büyük cemiyetin (ulusun) bile sınırları bellidir ve onların ötesinde başka cemiyetler (uluslar) yaşar. Ulus-devletlerin ve milliyetçiliğin temelinde yatan ve haklı bir şekilde eleştiriye tabi tutulan yönü de burada yatmaktadır. Milliyetçilik, kendi milletini diğer milletlerin ve insanların üstüne ve öncesine koyan bir ahlakı savunmaktadır. Milliyetçi ideolojide her zaman “biz” ve “onlar” vardır. Bu denklemde “biz” her zaman iyi ile bağdaşırken, “onlar” her zaman “kötü” olmaktadır. Milliyetçi ideolojiler, genel anlamda tarihi o günün ihtiyaçları doğrultusunda tekrardan yazan ve üyelerini geçmişten bugüne devam eden bir “aile”nin kadim üyeleri olduğuna inandırmayı hedefleyen ve onlara varoluşsal bir konfor alanı sunan söylemlerdir.
Bu nedenle milliyetçi ideolojilerdeki sınırlı ahlakın kökeni ulusu akrabalık metaforları (anavatan, devlet baba vb.) ile tanımlayan “milliyetçi söylemlerde” yatmaktadır. Antropolog Lissa Mallki, bu söylemlerde yerini bulan botanik terimlere dikkat çekmiştir. Malkki anavatan (motherland, fatherland vs.) gibi kavramlaştırmaların vermiş olduğu tarihsel çağrışımlarının yanında; ulusu, kendisini besleyen anavatanda kökleşen büyük bir hayat ağacı olarak tasvir ettiğini vurgulamaktadır. Bu durumda, eğer başından itibaren o ağacın bir dalı değilseniz, sonradan o ağacın bir parçası olmanız doğada nasıl imkânsız ise bir ulusun üyesi olmanız da böyledir. Başka bir bakış açısı ile nasıl ki birden fazla ağacın parçası olamıyorsanız, yalnızca bir milliyetiniz olabilir.
Literatürde çoğu zaman “yerinden edilmişler” (the uprooted) olarak tanımlanan göçmenlerin bu şekilde adlandırılmalarına dikkat çeken Malkki, milliyetçi söylemde bu yerinden edinilmişliğin makbul olmadığını, köklerinden kopmuş olmanın aynı zamanda ahlaki bir kopuşu da ifade ettiğini tespit etmektedir. Konuyla ilgili olarak yürüttüğüm bir araştırmada yaptığım görüşmelerde, Suriyelilere yönelik benzer söylemler ile karşılaştım:
“Gitmeliler. Neden gitmesinler ki. Zararlılar. Topluma kötü örnek oluyor. Bir torba makarnaya kız veriyorlar. Ahlaksızlık yapıyorlar, hem kızlar hem erkekler. Fuhuş artı memlekette. Evlere giriyorlar, mesela bizim orda evlerdeki eşyaları çaldılar.” (Kadın, 25)
“…Vatandaşlık bu, kolay verilmemeli, biz de gidip Alman vatandaşı olalım. Biz bu vatan için bedel ödedik, ödüyoruz da… Bu kadar kolay olmamalı birinin gelip olması. Kendi vatanına sahip çıkamadılar. Güvenmiyoruz. Zihniyetlerini anlamak mümkün değil. Yarın buradan gidebilirler.” (Erkek, 33).
“Fatih ilçesinde normalde Suriyelilerin olmadığı zamanlarda oluşan kültür, Suriyeliler geldiğinde mahallede dükkân açmaları kendi kültürellerini yaşatmak için çeşitli alanlar oluşturmaları vs. bunların hepsi var olan düzeni sarsıyor.” (Erkek, 26).
“Biz entegre olmak durumunda kalıyoruz, bir şekilde hayatımızda varlar. Onların entegrasyonu biraz zor, kendi dillerini konuşmak istiyorlar. Otobüste sokakta öyle davranılmaz, yani kendi kültürleri ile ilgili olabilir. Onların hayat tarzlarını bilmiyorum. Kendi kültürlerini korumak isterlerse kızarım, sonuçta burası bizim ülkemiz. Bu ülkenin belli bir yaşayız biçimi ve tarzı var.” (Kadın, 26).
Burada değindiğimiz milliyetçilik tanımlamalarının dışında çeşitli yaklaşımlar var, bunlardan bir de liberal milliyetçilik (civic nationalism), fakat bu yaklaşımların gerçek hayatı ne kadar yansıttığı tartışmaya açıktır (bkz. Hall, 2001; Tamir, 2019). Bu kısa değerlendirmede, biraz da genellemelere başvurarak, yapmak istediğim milliyetçi ideolojilerde örtülü bir şekilde var olan ve daha çok kriz zamanlarında ortaya çıkan dışlayıcı damarı göstermekti. Burada yaptığım analizin eksik yönlerinden biri de olayın ekonomik yönü ve buna bağlı eşitsizliklerdir. Nitekim göçmen karşıtlığının daha çok işçi sınıfında karşılık bulduğuna dair gözlemler ve araştırmalar bulunmaktadır. Zira iktisadi rekabet içerisinde ucuz göçmen emeği bu grupların işlerini ve yaşamlarını önemli ölçüde etkileyebilmektedir.
Göçmenlerin gittikleri toplumda ekonomik anlamdaki katkılarını gösteren ciddi çalışmalar varken bu pek görülmemekte ve genellikle göçmenler için yapılan harcamalar konuşulmaktadır. Bugün hâlihazırda gündemdeki karşıtlığın görünen yaygın kaynağı, milliyetçi ideolojilerde hâlihazırda var olan “ahlak” sorunudur. Dünyayı siyah (onlar)-beyaz (biz) şekilde gören bu anlayıştan toplum zarar görmekte, bu durumdan toplumsal huzur pahasına siyasi rant devşirmeyi hedefleyen çeşitli gruplar ve göçmen, mülteci ve yerli gözetmeksizin insanların emeğini sömüren kapitalist sistem kazançlı çıkmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar
Anderson, B. (2006). Imagined communities: Reflections on the origin and spread of nationalism. Verso books.
Eriksen, T. H. (2015). Small places, large issues. An introduction to social and cultural anthropology. Pluto Press.
Grillo, R. D. (2003). Cultural essentialism and cultural anxiety. Anthropological theory, 3(2), 157-173.
Hall, S. (2001). The multicultural question (pp. pp-209). Pavis Centre for Social and Cultural Research, The Open University.
Malkki, L. (2008). National Geographic: The Rooting of Peoples and the Territorialization of National Identity among Scholars and Refugees. In The cultural geography reader (pp. 287-294). Routledge.
Mitchell, D. (1995). There’s no such thing as culture: towards a reconceptualization of the idea of culture in geography. Transactions of the Institute of British Geographers, 102-116.
Tamir, Y. (2019). Why nationalism. Princeton University Press.