TBMM Başkanı Mustafa Şentop:
“Sivil Anayasa Hukuk Sistemini Daha Etkin ve Güçlü Kılacak Bir Temel Olabilir“
Türkiye’de bir süredir yeni bir sivil anayasa konusu tartışılıyor. Bir taraftan da İnsan Hakları Eylem Planı’nın açıklandığı bugünlerde TBMM Başkanı Sayın Prof. Dr. Mustafa Şentop ile Türkiye’nin hukuk düzenini konuştuk.
Yeni anayasa tartışılıyor, siz de Meclis Başkanı olarak bu süreçlerin ortasındasınız. Neyi çözecek bu yeni anayasa sizce?
Biraz arka plandan bahsedelim, fazla detaya girmeden. Türkiye’de, aslında II. Dünya Savaşı sonrası bütün dünyada, anayasaların siyasi fonksiyonu hukuki fonksiyonunun önüne geçmiştir. 1945’ten sonra savaşın galipleri yeni bir dünya düzeni kuruyorlar; bu yeni dünya düzeninin vitrin kavramları demokrasi, çok partili hayat, serbest seçimler… Bunlar bütün toplumlara cazip gelecek şeyler. Fakat bir de, bir uluslararası düzen kurmuşlar, o düzenin de işleyişini garanti altına almak lazım, problem çıkaracak unsurlar sisteme dâhil olmamalı. Serbest seçimler, çok partili hayat, demokrasi olunca, ülkede seçimi kim kazanırsa ülkeyi o yönetecek. Bunlar arasında kurulu uluslararası düzeni bozabilecek unsurlar da olabilir. Dolayısıyla bir ikilem arasında bir formül üretmeye çalışıyorlar; yani, 12 Eylül Darbesi sonrası meşhur tabirle, hem seçim olsun hem de “bizim çocuklar” kazansın diyorlar. Seçim olunca her zaman onların çocukları kazanamayabiliyor. O zaman şöyle bir anlayış gelişiyor: Seçim olsun ama bizim çocuklar nasıl yönetecekse kazananlar öyle yönetsin.
Burada anayasalar devreye giriyor. Nitekim II. Dünya Savaşı sonrası mağlupların anayasalarını bizzat savaşın galipleri yapıyorlar. Türkiye’de de 1961 Anayasası aynen diğer ülkelerde olduğu gibi mağlupların paradigmasıyla hazırlanmış bir anayasadır. Bu anayasa ülkede iktidara kim gelirse gelsin belli bir çerçevenin dışına çıkamasın diye yapılmıştır. Bu bakımdan 1961’de, anayasa anlayışındaki uluslararası alandaki değişiklikler Türkiye’ye de yansıyor.
“Nitekim II. Dünya Savaşı sonrası mağlupların anayasalarını bizzat savaşın galipleri yapıyorlar. Türkiye’de de 1961 Anayasası aynen diğer ülkelerde olduğu gibi mağlupların paradigmasıyla hazırlanmış bir anayasadır.”
Şimdi yeni sivil bir anayasa yapmak bu paradigmayı tam olarak kırmak için gerekli.
1961 Anayasası genelde özgürlükleri genişletti diye yansıtılır. Siz aksini söylüyorsunuz. Bunu biraz açabilir misiniz?
Sözünü ettiğim anayasa anlayışına göre ülkeyi seçilmişler yönetiyor gibi görünüyor ama esasen temel kararları başkaları veriyor. Bunu çok basit bir örnekle ifade ediyorum. Sürücü eğitimi verilen otomobiller vardır, bunlar dışarıdan diğer otomobiller gibidir ama içeride bir farklılık vardır. Sürücünün oturduğu yerde normal aracı yönetmek için bütün enstrümanların hepsi var fakat bir de sağ tarafta eğitmenin oturduğu yerde araca kumanda edecek aparatlar var; fren, gaz, debriyaj gibi. Türkiye’de 1961 Anayasası ile birlikte kurulan sistem bu. Birisi seçiliyor, şoför olarak koltuğa oturuyor, yönetmeye başladığını düşünüyor, gaza basıyor araç hızlanıyor ama birdenbire mesela araç duruyor. Hâlbuki sürücü bir şey yapmamış, kim durduruyor aracı? Sağ taraftaki durduruyor. Onun için Türkiye’de sadece sol tarafa oturmak için değil sağ tarafa oturmak için de bir mücadele, bir kavga vardı. İşte bu darbeler, muhtıralar ve bu şekilde bunları gerçekleştirmek için ortaya çıkan yapılanmalar hep sağ koltuğa oturmak için verilen bir mücadele.
En son FETÖ teşebbüsünün de başından beri, 1960’lardan beri sağ tarafa oturmayı hedefleyen bir yapılanma olduğu kanaatindeyim. Bu sebeple; asker, sivil bürokrasi içinde, yargı, polis içerisinde yapılanmaya çalışmışlardır. Çünkü onların hedefi sol koltukta oturmak değil -eğer öyle olsaydı parti kurarlardı siyasi mücadele verirlerdi- sağ koltuğa oturmak istiyorlar.
2002’den itibaren Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan liderliğinde yaşanan bütün mücadelelerde temel hedef vesayetin tasfiyesi oldu… Ne demek bu? Sistem içindeki vesayet odaklarını kaldırmak lazım önce… Bu önce fiili bir durum olarak başladı. Siyasetin güçlenmesi inisiyatif almasıyla diğer iktidar odaklarının alanı daralmaya başladı. Toplamı sıfır olan bir hesap olarak bakarsak burada, bir taraf güçlendikçe diğerleri onun karşısında güç kaybediyor. Siyaset alanı güçlendikçe genişledikçe diğer alanlar, vesayet alanı daralmaya başlıyor. Fakat bu yeterli değil. Çünkü sağ tarafta o aparatlar durdukça oraya oturma niyetinde olanlar mutlaka olacaktır. Nitekim zaman zaman oldu. 2007’ler 2008’lerde oldu. Bazı mitinglerle, eylemlerle hükümeti çalışamaz hale getirmeye yönelik çabalar oldu. Öbür taraftan yargı kararlarıyla hükümetin almış olduğu kararların bozulması, değiştirilmesi söz konusu oldu. Anayasa Mahkemesi eliyle Danıştay eliyle vesayeti sürdürmeye çalıştılar.
2010’dan sonra yapılan Anayasa değişikliklerini nasıl değerlendiriyorsunuz? Bunca değişikliğe rağmen hala yeterli olmayan nedir?
Buradaki esas mesele vesayetçi sistemdeki, aracın sağ tarafındaki aparatları sökmek mümkünse aracın motorunu değiştirmekti, bu hükümet sistemi ile ilgili olarak öngörülen tam da buydu. Bu en son 2017 referandumu ile gerçekleşti; yani hem sağ taraftaki aparatlar söküldü, motor değiştirdi. Böylece 27 Mayıs 1960 Darbesi ile başlayan vesayetçi sistem parantezi, hem uluslararası gelişmelerin hem de Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan anayasal paradigma, önce yavaş yavaş siyaset eliyle fiilen, daha sonra da 2017 Anayasa Değişikliği ile hukuken ortadan kaldırıldı. Türkiye’nin esasen bu anlamda anayasayla ilgili temel problemi çözülmüş oldu.
“27 Mayıs 1960 Darbesi ile başlayan vesayetçi sistem parantezi, hem uluslararası gelişmelerin hem de Türkiye’deki iç siyasi gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan anayasal paradigma, önce yavaş yavaş siyaset eliyle fiilen, daha sonra da 2017 Anayasa Değişikliği ile hukuken ortadan kaldırıldı.”
Ancak bu yeterli değil, bu şekilde parçalı değişiklerle başka komplikasyonlar ortaya çıkabiliyor. Türkiye’nin bu yeni, vesayetten arınmış anlayışla yeniden bir anayasa, bütünlükçü bir bakış açısıyla bir anayasa yapması lazım. Yeni anayasa tartışması bence bu anlamda önemli. Yeni anayasa tartışması Türkiye’yi her zaman ileriye taşımıştır; hukuk, siyaset alanında ve bununla bağlantılı ekonomi alanında, uluslararası ilişkiler alanında daha ileriye taşımıştır. Bu bakımdan çok kıymetli bir tartışma olduğunu düşünüyorum.
Bir “Sivil Anayasa” vurgusu var, yani 1982 Anayasası’nı ve 1961 Anayasası’nı askerlerin yapmış olmasına alternatif olmakla mı sınırlı yoksa başka bir perspektifi de bünyesinde barındırıyor mu?
Şüphesiz, sivil ve askeri ifadeler temsili ifadelerdir. Çünkü önceki anayasaları da yaptıranlar askerler olmakla beraber asıl yapanlar sivillerdi. Burada önemli olan zihniyet, anlayış, paradigma… Bu bakımdan anayasaların darbe sonrası yapılmış olması önemli ama tek mesele o değil. Burada esas vurgu yapılması gereken şey bence yeni bir paradigma ile anayasa yapmak. Yani Türkiye’de sadece millet tarafından yetki verilen, seçilmiş bir otoritenin ülkeyi yöneteceği; bunun dışındaki bütün iktidar odaklarının bu seçilmiş otoriteye bağlı olarak çalışacağı bir anlayışla anayasanın yapılması lazım. Bu bakımdan, Türkiye açısından yeni anayasa bir kazanımdır.
“Yani Türkiye’de sadece millet tarafından yetki verilen, seçilmiş bir otoritenin ülkeyi yöneteceği; bunun dışındaki bütün iktidar odaklarının bu seçilmiş otoriteye bağlı olarak çalışacağı bir anlayışla anayasanın yapılması lazım.”
2011 yılında referandumdan hemen sonra yeni bir sivil anayasa gündemi vardı. Ciddi bir katılım da söz konusuydu. Bir komisyon, onun altında bir alt komisyon, yüzlerce toplantı, yaklaşık binlerce teklif…
Şimdi ondan kısaca bahsedeyim; tabi 2011 seçimlerinin ana argümanı bütün partiler açısından “yeni sivil anayasa” idi ve nitekim seçimden sonra bir uzlaşma komisyonu oluşturuldu, mecliste bulunan bütün partilerin eşit katılımıyla, komisyon üçer kişi… Ben de Ak Parti’yi o komisyonda temsil eden üç kişiden birisiydim. Önce altı ayı biraz aşan sürede görüş toplandı. Bir cümle ile de olsa kişisel görüş bildirmek isteyen herkesin görüş bildirebildiği bir alan açıldı; mektupla, e-posta ile meclisin web sayfasında açılan bir alanda görüşlerini yazmak suretiyle… Bunun dışında ayrıca sivil toplum kuruluşlarından talep edenlerin bizzat gelip sözlü olarak görüşlerini iletebileceği bir imkân oluşturuldu. Üç farklı alt komisyon bunları dinledi. Bunun dışında üniversitelerden görüşler alındı ve ayrıca Türkiye’de bölgesel bazlı olarak herhalde yedi sekiz yerde toplantılar yapıldı. Burada yuvarlak masalar oluşturuldu, katılmak isteyen katıldı, masalardan birtakım raporlar hazırlandı. Bunlar nihai olarak bir bölge, daha sonra Türkiye raporuna dönüştürüldü. Bu şekilde çok ciddi bir birikim var o tarihlerde oluşmuş. Daha sonra siyasi partiler kendi tekliflerini oluşturdular tabi bu tekliflerin o toplanan görüşlerle alakası ne kadardır değildir, o ayrı bir tartışma konusu olabilir ama sonuç itibariyle çok kapsamlı bir birikim oluştu ve partiler de görüşlerini hazırlayıp verdiler.
Dolayısıyla o dönemde 2013 sonuna kadar, 25 ayı aşan bir sürede çok ciddi bir anayasa birikimi oluştu Türkiye’de bunun sonucunda aşağı yukarı 59 madde üzerinde tam mutabakat sağladı bütün partiler. Bu çalışma, bir anayasanın aşağı yukarı %40’ı civarındadır. Şimdi işimiz bu bakımdan biraz daha kolay; ben yeni bir anayasa yapılmasını, o birikimi de değerlendirerek, onun üzerine başka şeyler ekleyerek mümkün görüyorum. Yeter ki iyi niyet, samimiyet ve sonuç alma hedefi olsun.
Siz mevcut eleştiriler altında başkanlık sisteminin revize edilmesi gereken yerleri olduğunu düşünüyor musunuz?
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine yöneltilen eleştirilere baktığımızda, bunların anayasadan kaynaklanmadığını, anayasayla alakalı olmadığını görüyoruz. Parlamenter sistem olsa ne farklı olacaktı, ne değişecekti? Eleştirenler bunu söylemiyor; soyut, hayali, masalsı bir parlamenter sistem slogan olarak tekrar ediliyor. Türkiye’de 1961 ile 2018 arası parlamenter hükümet sistemi uygulandı. Siyasi tabloyu, yönetilemez Türkiye tablosunu hepimiz biliyoruz. Parlamenter sistem bir hayal, bir umut değil; 57 sene acı tecrübelerle hatırlanan bir gerçek siyasi tarihimizde.
Siyasi sistem, kurumlar, bunların işleyişi sadece mevzuatla, anayasa ve kanunlarla şekillenmiyor. Bu kurallarla çerçevelenmiş sistemi konjonktür ve siyasi aktörler işler hale getiriyor. Sorun varsa onun kaynağını bulmak için bunları birbirinden tefrik ederek inceleyebilmek gerekir. Sorun mevzuattan mı, siyasi sistemin teorik tasarımından mı yoksa siyasi aktörlerden veya konjonktürden mi kaynaklanıyor? Bunu yapmazsak doğru bir çözüm bulamayız. Toptancı yaklaşımlarla, götürü değerlendirmelerle, tefrik kabiliyeti olmadan sorun tespiti mümkün olmaz.
Önceki sistemle cumhurbaşkanlığı sistemini dürüst bir şekilde mukayese edersek, yeni sistemin daha ileri bir adım olduğunu görürüz. Bunu yaparken parametreleri sabit tutarak mukayeseyi yapmamız lazım. Benim gördüğüm mukayeseler ideal hayali bir parlamenter sistem ile mevcut cumhurbaşkanlığı sistemi arasında yapılıyor. Parametreleri şartları aynı tutup mukayese ettiğimizde bugün yeni sistemi eleştirenlerin şikayet ettiği hususların parlamenter sistemde çok fazlasıyla mevcut olduğunu görürüz.
Mevcut sistemde Meclis’in gittikçe sembolikleştiği, tartışmaların yeterince yürümediği yönünde eleştiriler var. Aslında Meclis çok önemli bir yer; yasayı yapıyor, oyunun kurallarını belirliyor, yürütmeden daha önemli bu anlamda. Bu sürecin tam olarak işlemediğini bunda Meclis’in niteliği ve parti sistemleri kadar galiba sistem tasarımının da etkisi var. Siz ne düşünüyorsunuz?
Önce prensip bazında bakacak olursak, parlamentoların iki temel görevi var: Yasama ve denetim.
Önce yasama alanına bakalım. Bu alanda yapılan değişiklikler, parlamenter sisteme göre olumlu yönde değişiklikler, parlamentonun gücünü arttıran değişiklikler.
Eskiden kanun önerileri iki şekilde olurdu; ya milletvekilleri verirdi ona teklif diyoruz ya da hükümet verirdi ona da tasarı diyoruz. Şimdi hükümet kanun önerisinde bulunamıyor teklifleri sadece milletvekilleri veriyor. Önceki sistemde kanun önerilerini, aslında hükümet, yani yürütme yapardı; tasarı – teklif ayrımı görüntüde vardı. Hükümet hazırlığı yapardı, çünkü hazırlık yapabilecek kurumsal kapasite orada vardı. Hükümetler eğer uygun bulurlarsa, kanun önerisini tasarı olarak verirlerdi; tasarı olarak verilmesini uygun bulmazlarsa, çoğu zaman milletvekillerinin o hazır metni teklif olarak vermelerini sağlarlardı.
Toplamda baktığımızda parlamenter sistemde yasama süreci bütünüyle yürütmenin kontrolündedir. Tersini düşünmek zaten imkânsız. Parlamenter sistemde eğer bir hükümet varsa o parlamentonun içinden güvenoyu alarak çıkmış oluyor. Güven oyu ne demek? Parlamentonun çoğunluğu hükümetin arkasında demektir. Bu durumda hükümetin yani yürütmenin istedikleri ancak kanunlaşabilir, teklif olsun tasarı olsun. Yürütmenin istemediği bir şeyin kanunlaşma ihtimali yoktur parlamenter sistemde. Aksi halde zaten hükümet yoktur, çoğunluğa sahip hükümet yoktur. Dolayısıyla parlamenter sistemde yasama süreci bütünüyle hükümetin, yürütmenin kontrol ettiği bir süreçtir.
Denetim süreci de aynı şekilde işler. Hükümet varsa güvenoyu almıştır, güvenoyu varsa çoğunluk hükümetin arkasındadır. Bu durumda gensoru ile bir hükümet düşürülebilir mi?
“Dolayısıyla parlamenter sistemde yasama süreci bütünüyle hükümetin, yürütmenin kontrol ettiği bir süreçtir.”
Yeni sistem bunu nasıl geliştirdi. İşleyişte belirttiğiniz şekilde gidiyor gibi. Bunu bir geçiş aşaması alışkanlığı gibi mi görmek lazım?
Şimdiki sistemde yasama süreci milletvekillerinin elinde. Sadece milletvekilleri teklif verebiliyor. Denetim de meclisin elinde. Gensoru hariç yazılı soru önergesi, meclis soruşturması, genel görüşme gibi denetim unsurları duruyor. Sadece gensoru yok. Gensorunun da bu sistemde artık mantığı yok. Çünkü eskiden seçmenler sadece yasama organını seçiyordu, yürütme organı yasama organının içinden çıkıyordu. Şimdiki sistemde ise yürütme organı yasamadan ayrı olarak seçiliyor. Böyle olunca yürütme yetkiyi parlamentodan almıyor, doğrudan halktan alıyor. Güvenoyu ile kurulmayan bir hükümete gensoru verilmesi mantıklı değil. Çünkü gensoru güvenoyunun geri alınmasıdır. Dolayısıyla gensoru bu sistemin mantığına aykırı.
Türkiye’deki mevcut cumhurbaşkanlığı sisteminin demokratik işleyişi daha işler hale getirdiğini söylüyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Eski sistemde vatandaşa tek bir oy hakkı veriliyordu. Tek bir oyla hem yasamayı hem yürütmeyi belirlemek zorundaydı, ayırma imkanı yok. Bazen mesela, istemediği halde sadece bir hükümet çıksın istikrar olsun diye oy verme durumunda da kalabiliyordu. Hâlbuki bu yeni sistemde vatandaşa iki ayrı oy hakkı veriliyor. Vatandaşlar yasamayı ve yürütmeyi ayrı ayrı oy kullanarak belirleyebiliyorlar. Parlamenter sistemde bir hükümet ve bu hükümetin denetimi altında bir meclis var. Parlamenter sistem böyle.
Şimdi bu yeni sistemde vatandaşa alternatif sunuluyor. İsterse bir oy ile Cumhurbaşkanını seçip hükümeti belirler, diğer oyla aynı partiyi Meclis’te çoğunluk yapar… Bu bir seçenek. Ama yeni sistemde başka bir seçenek daha var; yürütmeyi bir partiden parlamentoyu farklı bir partiden belirleyip seçmek mümkün. Bu ikincisi önceki sistemde, parlamenter sistemde yok. Parlamenter sistemde böyle bir seçenek yok.
Kısaca, parlamenter sistemde, hem yasama hem denetim süreçleri istisnasız her zaman yürütmenin kontrolündedir; Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde ise tercih milletindir, dilerse yasama ve yürütmeyi bir elde toplayabilir, isterse ayırıp farklı farklı oluşturabilir.
“Cumhurbaşkanlığı hükümet sisteminde tercih milletindir, dilerse yasama ve yürütmeyi bir elde toplayabilir, isterse ayırıp farklı farklı oluşturabilir.”
Galiba bu sisteme en çok itiraz edilen nokta partili cumhurbaşkanı olması. Cumhurbaşkanı fiilen parti başkanı olduğunda yasama sürecini sekteye uğratacağı iddia ediliyor.
Partili olmayan başkan yok başkanlık sisteminde. Başkanlık sistemlerinde başkan zaten partilidir.
Bazı ülkelerde, Başkan siyasi partinin genel başkanı değil, doğru. Ama orada mesele aslında siyasi parti sisteminden kaynaklanıyor. ABD’de bizdeki gibi disiplinli siyasi parti sistemi yok ancak seçimden seçime bir araya gelen yapılar söz konusu. Siyasi parti genel başkanlığını kimse umursamıyor. Parti genel başkanının adını kimse bilmez, Başkan partide genel başkandan daha etkili aslında. Başkanın siyasi partinin genel başkanı olmasına bir engel yok; tercih edilmiyor.
Siyaset yapma kültürü de burada etkili galiba.
Tabi o da var. Ama konjonktür de önemli. Dediğim gibi işte bu sistemde parlamentoda farklı bir çoğunluk olsa yasama süreçleri de farklı olurdu. Mesela kanun yapma gücü çok önemli. Yeni sistemde cumhurbaşkanına kararname düzenleme yetkisi verilmiş ama bunun çok sınırları var. Kanun olan alanda bir düzenleme varsa cumhurbaşkanı kararname çıkartamaz. Yine bir alanda kanun var ve cumhurbaşkanı kararname çıkarmışsa kanun uygulanır, kararname uygulanmaz. Yani kararname kanuna aykırı ise kararname uygulanmaz. Bir alanda cumhurbaşkanı kararname çıkarmışsa, mecliste yine o alanda farklı bir kanun çıkardıysa, cumhurbaşkanı kararnamesi uygulanmaz; bütün bunlar anayasada yazıyor. Bunların hepsi Meclis’i daha güçlü kılan unsurlar.
Siz uzunca bir süre YÖK’ün kaldırılmasını savundunuz. Son tartışmaları da düşündüğümüzde sizce yeni anayasada YÖK olmalı mı?
YÖK’ün kaldırılmasını değil de anayasada düzenlen bir kurum olmaktan çıkarılması gerektiğini düşünüyorum. Aslında kısa bir anayasada birçok düzenlemeye ihtiyaç olmaz. Bunlar kanunla düzenlenebilir. YÖK benzeri bir kurum ise olmalıdır. Çünkü bu kadar çok üniversitenin olduğu bir ülkede, bir koordinasyon, regülasyon ve akreditasyon kurumuna ihtiyaç var.
“YÖK’ün kaldırılmasını değil de anayasada düzenlen bir kurum olmaktan çıkarılması gerektiğini düşünüyorum.”
Son İnsan Hakları Eylem Planı ve reform tartışmalarını düşündüğümüzde Türkiye’de hukuk sisteminin esas sorunu nedir sizce?
Son İnsan Hakları Eylem Planı çok kapsamlı, içerikli ve kıymetli bir çalışma. Türkiye’ye önemli mesafeler kazandıracağına inanıyorum.
Bizim hukukla alakalı sorunumuz daha derin sebeplere dayanıyor, Tanzimat’tan bu yana. Bizde hukuk protez bir düzen olarak algılanmış. Daha çok Fransa’ya benziyor. Aslında kamu hukuku alanında İngiltere’ye benzeyen bir tarihi gelişimimiz var. Bunu Velidedeoğlu da merakla sorar; neden Fransa takip edilmiş diye… Siyasi örf, kamu hukuku gelenekleri ile hukuk kuralları bütünleşik olmalı; birbirini teyid eden, birbirinden beslenen bir bütünlük, bir sistem oluşturmalı. Sadece kurallarla güçlü bir hukuk kültürü oluşmaz; kavramların, kuralların, kurumların üzerine oturduğu bir güçlü zemin lazım. Bu ise bir hukuk kültürü, bir dünya görüşü ile bağlantılıdır. Birbirinden tecrit edilmiş, yalıtılmış kavram, kural ve kurumlar düzeni hukukun etkinliğini zayıflatır. İngiltere’de yazılı anayasal kurallar yok denecek kadar az. Ama herkes aleyhine de olsa bu kurallara uyar; aksini düşünmez, sormaz bile. Ama bizde yazılı anayasa kuralları bile, ne için konulduğu açıkça bilinen kurallar bile farklı yorumla uygulanabilir, örnekleri var. 367 kararı böyle. Kural belli, ne için konulduğu belli ama duruma göre bir yorumla bambaşka hüküm kurulabiliyor. Kuralların yaslanacağı kamu hukuku teamülleri, hukuk kültürü, değerler sistemi olmalı. İngiltere Fransa mukayesesi bize bir fikir verebilir. Biri siyasi ve kamu hukuku geleneklerini koruyarak geliştirmiş, diğeri bütün gelenekleri yıkarak ilerlemiş… Kurallar hukuk aysberginin görünen kısmıdır, çok daha büyük, geniş ve derin görünmeyen kısmı vardır. Onun var olması, güçlü olması lazım.