Birkaç hafta önce bir kumarhane baskını haberinde kumarhane sahibi spikerin neden pandemiye rağmen işyerini açık tuttuğunu sorusu üzerine virüse inanmadığını açıkladı. Kumarhane işletmeciliğinin pandemi olmasa bile cari hukuk gereği yasak olması ayrı bir yazı konusu olduğundan oraya hiç girmiyorum. Sadece algıda seçicilik gereği haberdeki cevap sonrasında alelade bir kumarhane işletmecisi değil bir bilim felsefecisi ya da en azından cerbeze konusunda eline pek de kolay su dökülemeyecek bir usta belirdi zihnimde. Bahsi geçen kişi gibi ben de ne COVİD-19’a ne de başka bir virüse inanmıyorum daha doğrusu inanamıyorum çünkü virüs inanılacak değil bilinecek bir olgudur. İşin özü, eşyanın tabiatı gereği, bildiklerimize inanmayız inandıklarımızı ise bilemeyiz çünkü bilginin ve inancın ontolojisi, epistemolojisi, metodolojisi ve terminolojisi bu çerçevede inşa edilir. Komplo teorileri ise bilgi alanından çok inanç alanına tekabül etmelerine rağmen herhangi bir teori gibi çürütülünceye kadar bilgi alanındanmış gibi işlem görürler.
Ne zaman komplo teorileri gündeme gelse aklıma “fala inanma, falsız da kalma” sözü gelir. İfadedeki normatif boyut emir kipiyle hem fala inanmamayı hem de falsız kalmamayı telkin ederken oksimoronluğu bir tarafa en hafif tabirle bir eylem israfının da önünü açmaktadır. Yine de inanmayacaksam “Niçin falsız kalmamalıyım?” sorusuna verilebilecek kanaatimce makul bir cevap, komplo teorilerinin zihin açıcı veya en azından kafa açıcı olduklarıdır. “İyi komplo ispatlanamaz, ispatlandığında zaten komplo olmaz” sözünden hareketle komplo teorileri fal gibi kendisine inanmak veya inanmamaktan başka bir seçenek sunmaz. Böyle bir ikilem karşısında bilinmezci bir yaklaşım benimserseniz bu inanç değil yine adından anlaşılacağı üzere bilgi alanına tekabül edeceği gibi çekimser veya umarsız kaldığınızda ise bu bir tercihten ziyade sonuçlarından azade olduğunuz bir tutum olabilir. Nasıl ki; herhangi bir inancı benimsemediğinizde o inancın müntesipleri için apaçık bir gerçeği yalanlayan münkir iseniz komplo teorilerine karşı çıktığınızda da bu teorilerin savunucuları için en nazik ifadeyle “büyük oyunu göremeyen yeğenler” olacaksınız. Fakat bir bilgiyi kabul etmediğinizde ise o bilginin sahibi hatta üreticisi -ideal şartlarda- kendisinin sunduğundan nasıl daha ispat edici bilgiye nasıl ulaştığınızı öğrenmek ister. Elbette Thomas Kuhn’un ifadesiyle “paradigma değişimi” bir nevi inanç değişimi gibidir ve bilim insanları için de kabullene geldikleri teorilerin soruları cevaplama kapasitesi düşüp yama bile kabul etmez oluşları çok da kolay kabullenecekleri bir değişim değildir. O yüzden ideal şartlarda diye hassaten belirttim. Keskin inançlılar ise zaten ne inançlarının sorgulanmasını ister ne de sizin kendi argümanlarınızı açıklamanıza hevesle müsaade ederler.
“Nasıl ki; herhangi bir inancı benimsemediğinizde o inancın müntesipleri için apaçık bir gerçeği yalanlayan münkir iseniz komplo teorilerine karşı çıktığınızda da bu teorilerin savunucuları için en nazik ifadeyle “büyük oyunu göremeyen yeğenler” olacaksınız.”
Öte yandan, bilgi alanı doğası gereği inanç aleminin aleyhine genişler. Bu hem bireysel tarihimizle hem de insanlık tarihiyle ilgilidir. Örneğin, çocukken öcülere inanırız ama büyüdükçe öcülerin olmadığına dair bilgimiz genişledikçe bu inancımız kaybolur. Öcüler kendilerine inanmayan büyükler için de işlevseldir çünkü çocuklar yaramazlık yapınca onları bir nebze de olsa uslu kılar. (Öcülere hâlâ inananlar varsa yazıyı okumayı burada kesebilirler.) İnsanlık tarihinde inançların hatta bütün kurumsallıklarıyla bazı dinlerin nasıl da hiç mümini kalmayınca birer arkeoloji konusuna dönüştüğü hakkında bizatihi bir sosyal bilim dalı olarak Dinler Tarihi yeterlidir.
Komplo teorileri de öcüler gibi işlevseldir çünkü dünyanın bu hercümercine katlanmak için birer müsekkindirler. Genel olarak komplo teorilerinde bu duyumsanan alemin dışında ipleri asıl elinde tutanların bizlerin hayatlarıyla hatta kaderleriyle oynadıkları ilahi bir oluşum vardır. Örneğin, siyasal alanda devletin yasama, yürütme, yargı ve ilgili bürokrasilerinin, mekanizmalarının ve enstrümanlarının varlığı derin devletin yanında bir hiç mesabesindedir. Komplo teorilerinin de derin devletin varlığına inanmak gibi rahatlatıcı bir fonksiyonu vardır. Nasıl ki bir yerlerde yaptıklarından sual olunamayan devletlerden hatta derin devletlerden daha güçlü muktedirler vardır (bkz. İllimunati -ama baksak da göremeyiz- ); onlarla mücadele edemeyeceğimize göre sürüden ayrılmamak en rasyonelidir. Komplolar zayıflıklarını yeni komplolarla giderirler. Örneğin, “COVİD-19 bu kadar ölümcül ise neden gripten ölenlerin sayısı daha fazla?” sorusu ile mevzi kazanmaya çalışılır, böylece hastalığın sadece ölümcüllüğü değil yaşamı alt üst edişi el çabukluğu marifetiyle gizlenmektedir.
Komplo teorileri işlevsel olduğu kadar merak uyandırıcıdır ve bu yüzden medyada -özellikle sosyal medyada- kendilerine geniş yer bulabilirler. Hatırlayacağınız üzere Wuhan’dan COVİD-19 ile ilgili haberler bültenleri işgal etmeye başladığında birbirinden ilginç komplo teorileri arz-ı-endam ediliyordu. Bunlardan ilkine göre, Çin’in geliştirdiği bir biyolojik silah kontrolden çıkarak sivillerin ölümleriyle sonuçlanmıştı ve haberlerde gösterilen sokaklarda aniden ölen insan görüntüleri de adeta bunu doğrulamak için birebirdi. Diğeri ise aslında bu virüsün ABD tarafından Çin’in yükselişini durdurabilmek adına başlattığı biyolojik savaşın uzantısıydı hatta Şangay ve Pekin dururken 11 milyon nüfuslu Wuhan şehri pilot bölge seçilmesi bile ABD’nin mesajının derinliğini içerdiği gibi kimi dedikodulara göre de bu şehir yakınlarına düşen bir füzeden bu hastalık yayılmıştı. Kullanışlı aptallıklarını tamamlayan her şey gibi bu iki komplo teorisi de raf ömürlerinin sonunda gündemden tarihin çöplüğüne yuvarlandılar.
Bunları yazarken elimizdeki gerçeklik ise Dünya Sağlık Örgütü (WHO) inceleme heyetinin Çinli yetkililerle uzun tartışmalarına rağmen talep ettikleri şehir suyu örneklerini alamadıklarıydı. Elbette bundan bahsi geçen komplo teorilerinin doğruluğuna dair bir varsayımda bulunmak da mümkün yoksa niye gizlesinler ki Çinli yetkililer şehir suyu numunelerini?
Bireysel olarak çocukluğumdan beri iğneden ve aşıdan çekindiğimden (korku değil, korku olsa yerimde duramam) inşallah ilaç olarak bu hastalığın hapını veya şurubunu daha erken bulurlar dediğim doğrudur ama efendi efendi aşı sıramı beklediğimi de ifade edeyim.
COVİD-19 aşı çalışmalarıyla ilgili karşılaştığımız en yaygın komplo Bill Gates’in TED konuşmasından hareketle insanların sağlıklarının kayıtlarının bir dijital sertifika altında toplanmasından hareketle aşı olan herkese mikroçipler takılacağıydı. Bunu aşı olanların kısırlaştırılması ve robotlaştırılması takip ediyor. Halbuki içinden geçmekte olduğumuz pandemi sürecinde yaygın olarak kullandığımız Hayat Eve Sığar uygulamasını akıllı telefonlarımıza indirerek elde ettiğimiz HES kodlarıyla kamu kurumlarına, AVM’lere hatta semt pazarlarına bile girebildiğimizi düşününce kendi elimizle zaten o mikroçipleri gönüllü bir şekilde yüklendiğimiz aşikar.
Benzer bir endişe Whatsapp uygulamasıyla ilgili olarak bu hizmeti sunan şirketin uçtan uca şifreleme sağladığını iddia ettiği uygulamasına rağmen bütün yazışmalarımıza isterse ulaşabileceğinin oldukça korkutucu olmasıydı. Hakikaten Mark Zuckerberg aile gruplarında dedikoduları kullanarak her ülkeyi kendi içinde düşman edecek şekilde pek tabi kutuplaştırabilirdi. Zira aile toplumun en küçük birimi değil miydi? (Buradan güzel komplo çıkar ama biraz köpürtmek lazım. Mesela o gruplardaki gelin-görümce kavgalarına mı projeksiyon tutsak?) Arkadaş gruplarındaki dedikodulara hatta siyasal anlamda Whatsapp grupları muhalefetine girmiyorum bile. İnsanın kendini önemli hissetmesinin, hayatta kalabilmesi adına şizofrenik ama bir o kadar da değerli bir motivasyon olduğuna inanıyorum. Fakat bu kadar rahat sömürebildikleri insanlar için ne diye bu kadar masrafa ve telaşeye girsin ki muktedirler? Zaten günlük rutinlerimiz itibariyle fazlasıyla mankurtlaştığımızı düşününce robotluk daha bir üst segment geliyor bana. Bu önemsenme ihtiyacı sanırım tasavvuftaki “insan-ı-kâmil”den veya Nietzche’nin üst insan ideallerinden vazgeçtiğimizden, vicdan sahibi anlamında “insan olsa yeter” derecesine bile razı olmamızdan kaynaklanıyor.
“İnsanın kendini önemli hissetmesinin, hayatta kalabilmesi adına şizofrenik ama bir o kadar da değerli bir motivasyon olduğuna inanıyorum.”
Sonuç olarak, yazımızın başındaki normatif öğretiye uygun olarak aldığımız komplo teorilerini aşı olarak kullanmamızda beis yok zira aşı geleneksel yöntemi itibariyle zayıflatılmış mikropların vücuda zerk edilerek vücudun bağışıklık kazanmasıyla şifa umuluyor. Komplo teorilerine kategorik olarak karşı değilim çünkü varlığı gereği komplonun hiç olmadığı anlamı çıkmıyor. Lakin komplo teorileri akıl yürütmeyi, analizi, deliller ve örneklerle argüman geliştirmeyi baltaladıkça sınanabilir bilginin yani bilimin önemi de diyalektiğin gereği daha kabul görüyor. Başlıktaki ifadeden hareketle komplo teorilerinden beklentimiz gölge etmesinler başka ihsan istemeyiz…