Bugün dünya, nesillerin tanık olduğu en sofistike, karmaşık ve derin dönüşümlerden birini yaşıyor. Fakat bu, dünya düzeninde mevcut olan gücün ya da zenginliğin batıdan doğuya kayması veya Soğuk Savaş sonrasındaki dünya düzeni ve Amerika’nın gerilemesi gibi bir dönüşüm değil; aksine bunlardan çok daha derin bir olguya işaret ediyor. Öyle ki, içinde bulunduğumuz dönemde bu dönüşümün çok katmanlı bir doğaya sahip olduğunu düşünüyorum, bu sebeple bu çok katmanlı yapıyı üç kategori içerisinde açıklayabiliriz.
“Uygarlık” Kavramındaki Değişimler
İlk olarak, içinde bulunduğumuz dönem, uygarlık döngüsünün sonuna işaret eden bir dönemdir. Bana göre bu döngü, kendini yeniden üretemeyeceği bir noktaya gelmiştir. Her ne kadar Batı anlatısı özünde basit olmasa da veyahut kendini eleştirmenin ve düzeltmenin çeşitli yollarına sahip olsa da Batı medeniyetinin insanlığa sunduğu önemli değerler, değerini kaybetmeye başladı veya başlamak üzeredir. Çünkü bu değerler, zamanla iktidarın gücü içerisine gömüldü, iktidar tarafından kullanıldı ve tüm dünyanın değil, yalnızca belirli bir azınlığın çıkarlarına hizmet edecek biçimde yeniden şekillendirildi. Dolayısıyla bana göre, Batı medeniyetinin kaynağı olan değerler; barış, adalet, eşitlik, demokrasi gibi gerekli değerleri yaratabilecek ve “evrensel” değerler olarak kendilerini yeniden ortaya koyabilecek durumda değiller.
Çünkü bizler de başlangıçta, önemli değerleri içine aldığı için uluslararası alanda giderek baskın hale gelen bu Batı modellerini benimsedik. Fakat artık bu medeniyetin zarafeti ve çekiciliği, üretmeye devam ettiği olgu ve olaylarda ortaya çıkan eksikliklerle başa çıkmak için yeterli değildir.
Ekonomi Alanında Ortaya Çıkan Değişimler
İkinci olarak, ekonomide de kesinlikle büyük bir değişim var. Amerika’nın “üstünlüğümü sürdürmek için sadece ben para basmaya devam edebilirim” tavrını pekiştiren mevcut kriz ya da doların rezerv para birimi olarak sahip olduğu konum, haliyle sonsuza kadar devam etmeyecek. Amerika yükselirken bu durumun böyle süreceği tahmin ediliyordu, yani ekonomide ani bir dalgalanma olduğu ve gelişimin artarak devam edeceği düşünüldü fakat Amerika artık ekonomik gücünü kaybediyor. Çünkü hiçbir ani dalgalanma kolay kolay örtbas edilemez. Ayrıca, Amerika’nın ekonomik olarak yükseldiği dönemde Çin yoktu ve Sovyetler Birliği o dönemde Amerika’yla rekabet etmiyordu. Ama bugün çeşitli alternatiflere sahibiz ve genel olarak insanlar, tek bir rezerv para birimine sahip olmanın aslında sonunda hepimize zarar vereceğinin ve bu durumun ekonomik sistemin manipüle edilmesi anlamına geldiğinin oldukça farkında.
“Güç” Kavramının Kendisinde Meydana Gelen Değişimler
Son olarak sistemin hegemonik doğası dünyadaki herkesi sistematik olarak etkiliyor. Dolayısıyla, bu sistemin kurbanları eninde sonunda bu durumdan bıkacaklar. Başlangıçta korkabilir ya da sistemin bize sunduğu bazı güzel şeylerin cazibesine kapılabiliriz. Ancak bunu sonsuza kadar yapmaya devam edemeyiz. Özellikle hegemonyanın zayıfladığını hissettiğimizde ise kendi düşünce tarzımızı ortaya koyma cesaretine sahip oluruz. Ayrıca, bence dünya artık son birkaç on yıldır, özellikle de Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra, siyasetin Batı merkezli yaklaşımdan oldukça sıkılmış/boğulmuş durumda, bu nedenle de herkes yeniden nefes almaya çalışıyor. İşte bu yüzden bizimki gibi, büyük oranda Amerika’nın çıkar sağlamaya çalıştığı bir bölgede (Ortadoğu), şimdi yeni yollar aranıyor. Türkiye’nin Suudi Arabistan ile görüşmesinin ya da Katar’ın Mısır ile uzlaşmasının vs. nedeni de bu, çünkü Ortadoğu’ya yönelik Amerikan yaklaşımından kopabileceğimize dair yeni bir hisse sahibiz.
Sistemin yavaş yavaş çökmekte olduğunu hissetmeye başladığımızda, kendimizi Amerikan sisteminin bize dayattığı algılardan, çıkarlardan ve zincirlerden de kurtarmış oluruz. Uygarlık düzeyinden ekonomik düzeye, jeopolitik düzeye ve hatta sosyal düzeye, en önemlisi de kavramsal düzeye doğru çok büyük bir dönüşümden geçtiğimizin farkına varmamız gerekiyor. Önceden dünyayı Batılı felsefi, entelektüel ve sosyolojik boyutların dışında hayal edemezdik. Hepimiz şu ya da bu şekilde ya sistemi benimsemekle meşgulüz ya da sisteme yanıt vermeye çalışıyoruz. Kendi özgünlüğümüzü ortaya koyamadık, kendi anlatılarımızı kendimiz, içerden üretemedik. Ayrıca, Batı merkezli olmayan bir dünya düzeni, kapitalizmin dışında refah getirebilecek bir ekonomi, Batı sisteminin dışında insanlığa haysiyet ya da iyi bir yaşam getirebilecek bir yönetim sistemi hayal edemedik. Her ne kadar öncesinde yapamadıysak da şu anda bunu yapabilecek durumdayız ve artık dünyanın dört bir yanında ekonomide, siyasette, demokraside ve diğer birçok biçimde mevcut sisteme alternatifler aramaya çalışan daha fazla kitap, araştırma ve konferans düzenlendiğini görüyorum. Bu sebeple diyebilirim ki, var olmayı sürdürebilecek bir “post” ulus devlet anlayışı içerisinde değil, ulus devletin “ötesinde” inşa edilebilecek alternatifler hakkında düşünmeye de başlayabiliriz.
Ümmet
Ulus devletin ötesini ve mevcut sisteme karşı alternatifleri düşünürken, İslam’ın altın çağıyla bağlantılı olarak “Ümmet” kavramını da hatırlamalıyız. Çünkü ulus devlet adeta bir puta dönüştürüldü ve o kadar kutsallaştırıldı ki 1300 yıllık uzlaşıdan bize kalan her türlü mirası ortadan kaldırdık. Bu ümmette, belirli bir yönetimin sınırlarının ötesinde bir şey var, örneğin İmam Buhari Buhara’da doğdu, Buhari Özbek miydi, Türk müydü? Arap mıydı, yoksa Fars mıydı, veyahut bunun bir önemi var mı? Buhari’nin bu milletten olması ya da Nişabur’da doğan İmam Müslim’in şu milletten olması o dönemde herhangi biri için fark eder miydi? Dolayısıyla, İslam’ın altın çağından bahsederken, İslam’ın bu büyük çağının farklı bir mekânda, farklı bir hareket alanında kurulduğunu unutuyoruz. Yani İmam Buhari, İmam Müslim, İbn Arabi, Şâzelî, Ebu Hanife olmadan, Müslümanlar olarak nasıl bugün olduğumuz kişiler olabilirdik?
Ümmet kavramının bize sunduğu alan inanılmaz. İddia ediyorum ki, tarihte bu olguya sahip olan başka hiçbir millet daha yoktur. Bizim ümmet kavramımız siyasi bir olgu olarak oluşturulmadı, ümmet aynı siyasi düzen içerisinde değil, bağımsız bir düzen etrafında dönen farklı bir olguydu. Çünkü biz bireyler olarak devletin çok ötesinde bir alana sahip olan bu ümmetin bir parçası olmakla güçleniyoruz. Mevcut sistemde ise, ümmeti dahi devlet oluşturuyor. Kim olduğumuzu, ne tür bir kart taşıdığımızı, hangi milliyete sahip olduğumuzu, devlete nasıl ait olup olamayacağımızı, hatta ne yiyip ne içeceğimizi, hangi işlemi nasıl yapacağımızı dahi devlet belirliyor. Ancak bizim anlayışımıza göre insana, diğer tüm siyasi düzenlerin ötesinde bir özgürlük tanındı. Bu nedenle ümmet diye bir şey ortaya çıkardık ve iddia ediyorum ki ümmet, siyasi sistemin ortaya çıkardığı bir şey ya da ümmet içerisinde gerçekleşen evrimin ortaya çıkardığı bir şey değildir. Aksine, Müslümanlığımızın en temel ve en önemli dayanaklarından biridir. Kur’an tarafından bizlere tesis edilmiş, daha sonra ise Medine’de Peygamber (Allah’ın rahmeti üzerine olsun) tarafından önemi vurgulanmıştır.
Peki, bir gün Türkiye ve İran’ın, Arap Yarımadası’nın, Körfez ülkelerinin, Irak ve Suriye’nin, Avrupa Birliği’nde olduğu gibi, ekonomik entegrasyonla başlayıp çok daha ileri seviyede uyum süreçlerini gerçekleştirebilecek bir kuruluş veya bir oluşum kurabileceği fikri saçma bir fikir mi? Neden kimse bunun hakkında konuşmuyor? Neden sadece devletlerimizi, bayraklarımızın ve tarihimizin ihtişamını vurguluyoruz? Çünkü bence geçen yüz yıl içinde, 1300 yıllık bir tarihe sahip olan “ümmet” kavramının öne sürdüğü birlikteliğin mirası sadece silinmekle kalmadı, aynı zamanda alay konusu da oldu, oysa bu nişana ilk sahip olan bizlerdik. Hatta bundan çok daha iyisine sahiptik. Siyasetin ötesinde eşsiz bir konumda, bir milletimiz, bir ümmetimiz vardı. Şimdi bunu düşünemiyoruz çünkü aydın sınıfımız modernleşmenin batılılaşma olduğunu ve bunun ötesindeki her şeyin bir sapkınlık olduğunu düşünüyor. İşte bu nedenle, batı modelinde biraz değişiklik yapmaktan ziyade çok daha özgün ve geleceğe yönelik, yeni bir anlatı ortaya koyacak, devletin gerekliliklerinin ötesinde düşünen yeni bir aydın sınıfına ihtiyacımız var. Çünkü Müslümanlar olarak bizim kültürümüzde ulema sınıfı, yani siyasetçilerin çok daha üstünde olan alimler vardı, çünkü onlar “ümenâ” sınıfına aitti, yani halkın ve İslam’ın emanetçileriydi. Alim bir siyasetçi değil, bir vekildi. Bu nedenle nasıl ilerleyip gelişebileceğimizi görmek için bu coğrafyalardaki aydınlar, ekonomistler ve siyasetçiler arasında süren bu tür tartışmaları destekliyorum.
Bilim
Ayrıca, mevcut sisteme alternatifler geliştirirken, bilim konusu da önem kazanıyor, çünkü ne kadar gelişir ve ilerlersek bir o kadar da aksaklıklarla karşılaşırız. Örneğin yapay zekayı ele aldığımızda biliyoruz ki bazı insanlar bunu insanlığı yok etmek için veya bazı askerler bunu insanları öldürmek için kullanabilir. Fakat yavaş yavaş, insanlık ve bilimsel alandaki gelişmeler, “İman” kavramıyla paralel olarak ilerlemeye başlayacaktır. Muhammed Ebü’l-Kâsım Hâc Ahmed, el-Âlemiyye el-İslâmiyye et-Tâniyye adlı kitabında Allah’ın, “ayet” kavramını hem Kur’an ayetlerini hem de evrenin kanunlarını veya varoluşa dair olguları tanımlamak için kullandığı görüşünü ileri sürer. Ona göre Kur’an’ı, evrene ve benliğe yönelik bilimsel yaklaşımın ışığında ne kadar çok anlamaya çalışırsak, Kur’an’ın anlamını ve evrenin gizemini de bir o kadar çok çözeriz. Böylece Kur’an, zihinlerimizde pekiştireceği amaçların da doğrultusunda, bizi çok daha iyi bilim insanları olma yönünde güçlendirecek ve yine, bizleri çok daha iyi inananlar olma yönünde güçlendirecektir. Böylece, Batı zihniyetinin varsaydığı bilim ve din arasındaki “ayrışma” da sona erecektir. Bilimde ne kadar ilerlersek ve ne kadar bilimi Kur’an’ın çizdiği çerçeveler içerisinde anlamaya çalışırsak o kadar iyi inananlar olabiliriz.
Bitirirken: “Medeniyetin” Geleceğine Dair Düşünceler
Öte yandan, mevcut sisteme karşı geliştirebileceğimiz alternatiflerden ve Batılı sistemlerin çizdiği çerçevenin ötesine geçmekten bahsettiğimizde, “Batı medeniyetinin yerini hangi medeniyet alacak?” sorusu da önemli bir soru olarak karşımıza çıkıyor. “Medeniyet” kavramı çok katmanlı bir kavram; bu nedenle İslami değerlerimizi, dini değerlerden insani değerlere dönüştürmek üzere hareket etmeliyiz. Çünkü insanlık eninde sonunda mevcut sisteme karşılık alternatifler aramaya başlayabilir ve hatta başlayacaktır, bizim ise sahip olduğumuz değerler muhteşem değerler. Ancak bu değerleri, dini ya da kültürel çerçeveler içerisine hapsetmemeliyiz, bunun yerine, onları küresel bir düzeye taşımalıyız. Sonrasında ise ekonomide, siyasette, uluslararası ilişkilerde rekabet etmeye ve teoriler üretmeye başlamalıyız. İşte tam da bu yüzden kitabımı (İlk Bahar Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Hayatına Dair Stratejik ve Siyasi Bir Okuma)”İslam Geçmişte Değil, Gelecektedir” başlıklı bir bölümle bitirdim.
Yani demek istediğim, İslam’ı bilmek istiyorsanız, geleceği düşünün, çünkü Muhammed S.A.V. insanlık için gönderilen son peygamberdir ve Kur’an, insanlığa gönderilen son kitaptır. Bu da Kur’an’ın, “gelecek” için bir kitap olduğu anlamına gelir. Eğer kıyamete kadar geçerli olmaya devam edecekse, o zaman Kur’an, geçmiş için değil, gelecek için gönderilmiş bir kitaptır. Bu sebeple, aydınlarımızın ve alimlerimizin tüm insanlığa faydalı, yeni bir söylem inşa etmeye başlamaları için öncelikle bu durumun farkına varmaları gerekir. Böylece Allah’ın izniyle, bu inşa edilecek olan yeni medeniyet, ille de “İslam medeniyeti,” “Hristiyan medeniyeti” ya da Çin medeniyeti olarak veyahut farklı bir adla adlandırılmayacaktır. Aksine bu medeniyet, insanlığın kabul edebileceği diğer değerleri de içine alan İslam’dan güç alan bilge, istikrarlı ve değer merkezli insanın medeniyeti olacaktır.
***
Bu metin Elif Sağır tarafından Wadah Khanfar’ın Muslims amidst a Transforming Multipolar World başlıklı İLKE Agenda programındaki konuşmasından derlenmiş ve Türkçeye çevrilmiştir. Seminerin tamamına buradan erişebilirsiniz.