Birlikte yaşamanın zeminini sağlamlaştıracak en önemli ve anlamlı dayanak, hiç şüphesiz, ahlaki değerlerdir. Bu değerlerin zemini ya da kaynağına ilişkin tartışmalar muhtelif olsa da, din ve gelenek yanında bizatihi insanlık tarihinin birikimi, aslında ahlakın zemini açısından bize bir şeyler söylüyor. Öyle ki, insan, kaotik ortamdan olabildiğince uzak bir toplumsal hayat için hukuk normlarını da tüm bu değerler ve birikim sayesinde oluşturabiliyor. Başka bir deyişle, toplumsal düzen için gerekli kuralları oluşturmada insanın referansı; örf, adet ve gelenekler gibi kültürel kodlar yanında ahlaki ilkelerden besleniyor. Örneğin, bir satıcının satmak istediği ürünle ilgili olarak müşterisine aldatmaya yönelik eksik, yanlış bilgiyi ürün etiketi ya da ambalajına yazma eyleminin tespiti halinde hukuk açısından yaptırımın öngörülmüş olmasının en temelinde, yalan söylemenin ahlaken doğru olmadığı ilkesi vardır.
Peki, “en temel ahlaki ilkeler ortada ve hemen her insanın kabul ettiği ortak bir değer olmasına rağmen, insan niçin bu değerlere aykırı davranabilmektedir” sorusu, hala cevabını vermekte zorlandığımız bir soru olarak karşımızda durmaktadır? Toplumsal hayatı insanlar birbirine zarar vermesin, özellikle güçsüz konumda olanların hakları korunabilsin ve ortaya çıkacak zararlar tazmin edilebilsin diye de insan, ahlaki değerleri de dikkate alan ve yaptırım gücüne sahip hukuk normları geliştirip bunların uygulanması yoluna gitmiştir. Bu noktada ikinci bir soru ise “yaşanmış acı tatlı tüm tecrübelerinden ders çıkarma çabasına rağmen ve günün ihtiyaçlarına uygun hukuk ve yargılama sistemine karşın, neden hala insanın insana verdiği zararları azaltamıyoruz?” sorusudur hiç şüphesiz.
Bu kısa yazıda deprem afetinde yaşadığımız onca acıdan da hareketle yukarıda cevabı aranan soruları irdeleyeceğiz.
Belki en sonda söyleyeceğimiz değerlendirmemizi en başından ifade ederek bunu açabilirim diye düşünüyorum: “Ahlaki değerleri göz ardı eden, yok sayan, ihmal eden, uyarma görevini yapmayan, küçük menfaatlerimiz için diğer insanların ve canlıların ve hatta çevrenin haklarını görmezden gelen, mesleğimiz ya da yaptığımızın işin hakkı ne ise o iş veya mesleği hakkını vererek yapmayan her kim varsa, hepimiz suçluyuz.”
Bu manada normu oluşturan, norm oluşturulurken yanlışa yanlış diyemeyen, norm ve kurala rağmen aykırı davranan, karar ya da uygulamalarında bunları yok sayan, doğru kararı uygularken ihmalkar hareket eden, kendi faydasını gözetirken komşusunun, arkadaşının ya da diğer her canlı ve çevrenin hak ve hukukunu gözetmeyen her kim varsa belki görünürde yaptığı ya da yapmadığını kılıfına uydurabilir, kendi vicdanında meşrulaştırabilir ancak ortaya çıkacak sonuçlar bakımından ahlaki sorumluluktan asla kurtulamaz. Dışarıdan bakıldığında üzerine hiç sorumluluk almamış gibi görünen bu konumdaki pek çok insanın her şeyden önce kendisini kendi vicdanında sorguladığına hiç şüphe yoktur. Fakat buna rağmen bazı insanların oldukça pişkin duruşları da gözümüzden kaçmaz. Bu noktada vicdanların kararmış olması ihtimali, belki de yapılabilecek en çaresiz değerlendirme olabilir.
Deprem felaketinde hemen her birimizin yerinde ya da ekranlardan zihnimizde kalan çok sayıda görüntü, sanırım pek çok hafızadan uzun süre silinmeyecek. Kimimize geçmiş benzer acı hatıraları hatırlatan kimimize ise muhtemel gelecekle ilgili kaygı sebebi olabilen bu görüntülerden bir tanesi üzerinden erdemli duruş, ahlaki ilkeleri referans alma ve hukuk normlarını gözetme bağlamında, yukarıda ifade ettiğimiz sorulara cevap vermeye çalışalım.
İlgili mevzuata uygun yapıldığını kanıtlayan belgeleri görerek ve haklı olarak ilgili mercilerin bu kapsamdaki değerlendirmelerine güvenerek bir daire satın alarak orada ailenizle ikamet etmeye başladınız. Binanın altındaki işletmeci ticari menfaati için kimseye haber vermeden taşıyıcı kolonlardan birini kesti ya da zarar verdi. Bu duruma tabii ki işletme sahibinden başkaca az sayıda da olsa tanıklık eden insan olacaktır. İşlemi yapan usta/lar, işletmede çalışan biri ya da birileri, tesadüfen işlemi gören başka bir daire sakini… Herhalde şunu söyleyemeyiz: Ne yapalım, biz ekmek paramızın derdindeydik, bu işlem sonucunun binaya ve dolayısıyla binada yaşayan insanlara ve hatta herhangi bir olumsuzluk durumunda yan binalarda yaşayanlar ile o esnada yoldan geçenlere zarar verebileceğini kestiremezdik.
Elbette böylesi bir olumsuzluk ortaya çıktığında bu ve benzer şeyler teorik olarak söylenebilir. Ancak bu tür söylemler gerçekten söyleyenin vicdanını rahatlatır mı, ahlaken ve hukuken sorumluluktan kurtarır mı? Belki vicdanı körleşmiş olanlar için bu tür sorgulamalar bir anlam ifade etmeyebilir ama ahlaken ve hukuken sorumluluklardan kurtulmak mümkün olmaz. Denebilir ki, bu durumdaki insanların belki büyük bir çoğunluğu bir şekilde ahlaki ve hukuki olarak hiçbir yaptırımla yüzleşmiyor. Böyle bir değerlendirme dıştan bakıldığında doğru gibi durmakla birlikte, yani sorumsuzluklarının sonuçlarına katlanmayan onca insana rağmen, olgunun bizatihi kendisi ahlaki değer ya da hukuki norma aykırı olmaktan çıkmıyor. Olan topluma oluyor. Bu tür konularda sayının çoğaldığı toplumlarda bir başka zaman ve olayda da diğer başka insanlar benzer zararları ödemek durumunda kalabiliyor.
Aslında ahlaksızlık ve kuralsızlığın cezasını toplu olarak daha pahalıya ödemek durumunda kalan bir toplumdan söz etmeye başlıyoruz. Üstelik böylesi toplumlarda ortaya çıkan zararları tazmin etmek için harcanmak durumunda olan her türlü imkân, topluma ve insanlara çok daha fazla fayda sağlayacak, değer sunacak şeylere harcanabilecekken, ahlaka ve hukuka aykırı sorumsuzlukların zararların giderilmesine harcanmak durumunda kalınıyor.
Evet toplum olarak hala dayanışma ve paylaşma erdemleri ile hareket edebiliyor ve deprem felaketinin yaralarını sarmaya çalışıyoruz. Gel gör ki, böylesi bir durumu bile kendi menfaatine kullanabilen, arsız ve hırsızlar çıkabiliyor. Demek ki ahlaki değerleri güçsüz hale gelen, hukuk normları işlevsiz kalan bir toplumda inzibati anlamda daha fazla para harcansa da en küçük bir boşlukta çok sayıda insan kişisel menfaatini öncelemekten geri kalmayabiliyor. Felaket ortamında can pazarı devam ederken hak etmediğini kazanma, kendine ait olmayanı elde etmeye/çalmaya çalışma, birilerinin acısı ya da zafiyetinden kişisel menfaatini çoğaltma yoluna gidebiliyor. Bu ve benzeri ortamları hazırlayan da aslında benzer davranış kalıpları sergileyen insanlar… Kamu görevlisinden, teknik elemanına, mühendisinden müteahhidine, daha fazlasına sahip olma kaygısı taşıyan mülk sahibine, seçmene şirin gözükmek isteyen merkezi yönetim ya da yerel yönetimlerdeki politikacılara, sade vatandaşından hukukçusuna, esnafından çalışanına, ahlaki değer ve hukuk normlarını hiçe sayan her kimse, onlar bu ortamın ya da sonuçların hazırlayıcıları.
Menfaatini elde edebilmek adına “kılıfına uydurmak” anlayışı, hayatın her alanında karşımıza çıkabiliyor. Plan tadilatı yapan ya da yaptıran politikacı, iş insanı ya da bürokrat, proje tadilatında ısrar eden, müteahhit ya da mühendis, evin ya da işyerinin daha süslü olacağı düşüncesiyle proje uygulama esnası ya da sonrasında taşıyıcı unsurlarda tadilat yapan veya yaptıran mülk sahibi, bu tür taleplerin uygulamasında rol alan usta veya çalışanlar, bu tür karar, işlem ve uygulamaların farkında olup ses çıkarmayanlar, itirazları ve uyarıları görmezden gelen ya da sumen altı eden görevliler, herkes ahlaki değerlerin örselenmesinden, yozlaştırılmasından az veya çok sorumlu. Başka bir konu ya da olguda ise bu insanların bir kısmı mağdur olabiliyor. Böylesi bir mağduriyette ise muhtemelen kendilerine destek bulmakta da zorlanıyorlar.
Deprem sonrası gördüğümüz ve işittiğimiz karelerde taraftarlık bakış açısına dayalı körü körüne eleştiri ve savunma mekanizması içinde hareket, bir kısım insanın da aslında ahlaki yozlaşmanın bir başka boyutu olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret ediyor. Ahlaki ilkeden saptığında insanın bir nirengi noktası da kalmıyor demek! Çok sevdiğiniz bir insan olabilir ya da bazılarını sevmeyebiliriz de. Fakat her insanın karar ve eylemleri bakımından doğruları yanında yanlışları da olabilir. Nihayetinde söz ettiğimiz insan. Dayanışma ve paylaşımda gönüllü çok sayıdaki insanımızın samimi çabaları, ahlaki değerlerin hatırlanmasına nasıl hizmet ettiyse, maalesef ahlaki değerlerden yoksun eleştiri ve övgüler de ahlaki yozlaşma ve vicdani meşrulaştırmanın diğer bir veçhesi olarak görünür oldu. Diğer yandan ise hem enkazda yakınlarından bir haber bekleyen, en azından bedenlerine ulaşmayı arzu eden afetzedelerin hem de canla başla çırpınan gönüllülerinin gönlünü yaraladı. Yozlaşan ahlaki değerlerin tamirine katkı sağlayabilecek böylesi bir paylaşım süreci de muhtemelen herkesin kendi taraftarlığı ölçüsünde vicdani meşrulaştırmaya kurban gitti gibi duruyor. Ne sorumluluk sahibi insanların ve onların mensuplarının ahlaki değer ve hukuka aykırılıkları görmezden gelme lüksü olmalı ne de eleştiri yapanların her türlü ahlaki ilkeden yoksun ve hukuk normları sorgulanmaksızın yaftalama özgürlüğü olmalı. Hele de canların yandığı bir zaman diliminde ahlaki sorumsuzlukların ne denli yaralayıcı olduğu unutulmamalı.
Öte yandan ahlaki yozlaşmayı tedavi edecek çabaların bizi beklediği ve her düzeydeki sorumluluklara ilişkin hukuk ve yargı süreçleri savsaklamadan yürütmenin de bir zorunluluk olduğunu hatırdan çıkarmamalıyız. Yoksa coğrafyamızın önemli bir gerçeği olan deprem ve diğer doğal afetlerde aynı şeyleri tekrar eder dururken, bir yandan insan kaynağımızı diğer yandan da daha faydalı işler için kullanabileceğimiz maddi kaynaklarımızı heder eder dururuz.
Özetle, kendisi ve toplum açısından ahlaki yozlaşma zeminini aşma çabası yerine, yapıp ettiklerini veya başkalarının karar ve eylemlerini menfaati adına vicdani meşrulaştırma yoluna giren insandır depremin enkazının altında kalan.
***
Görsel: Hatay’da lüks konut statüsünde satışa sunulan 250 konutluk Rönesans Rezidans’ın depremde yıkılan binaları, 8 Şubat 2023. (AFP)