İki yüzyılı aşkın bir süredir yoksulluk mutlak şekilde azalıp nispi gelir küresel ölçekte artarken, GINI endeksi gibi araçlarla ölçülen eşitsizlik 1980’lerin başından bu yana artmaktadır. 2007 ekonomik krizi, dijitalleşen ekonomi ve COVID-19 salgını ile birlikte küresel eşitsizlik daha da kötü bir noktaya gelmiştir. Bu duruma, süper zenginlerin servetlerinin daha önce görülmemiş seviyelere ulaşması ve toplumların en üst yüzdelik dilimlerinde yoğunlaşan gelir eşlik etmiştir.
“Zenginlere ve güçlülere hayranlık duyma ve neredeyse onlara tapınma, yoksul ve kötü durumdaki kişileri ise küçümseme ya da en azından ihmal etme eğilimi, ahlaki duygularımızın yozlaşmasının en büyük evrensel nedenidir.”
Adam Smith (1723-1790)
Eşitsizlik karmaşık ve çok yönlüdür. Bir dizi küresel sürece, teknolojik yeniliklere, ekonomik büyümeye ve siyasi tercihlere bağlıdır. Eşitsizlik; sınıf, cinsiyet, yaş, etnik köken ve din konularını kapsadığı için son derece kesitseldir. Tıpkı bin başlı bir su yılanı gibi; güvenlik, eğitim, hava, su, gıda ve sağlık erişimindeki adaletsizlikle kendini gösterir. Ancak sıklıkla zihinsel önyargı veya idari antipati gibi daha incelikli, yüceltilmiş ve göz önünde duran ayrımcılık biçimlerine bürünmektedir.
Eşitsizlik görecelidir, karşılaştırma koşullarına bağlıdır ve özneldir. Kültürel ve psikolojik olarak yönetilen algı ve söylemlerden etkilenir. Örneğin, “hayali meritokrasi” hakkındaki anlatılar veya çalışmanın önemi ve özüne ilişkin tutumlar, kimin zengin olmayı hak edip etmediğine dair toplumsal beklentileri etkiler.
Nihayetinde eşitsizlik zararlıdır. Ekonomik büyümenin durmasına, siyasi gerilimlere ve artan bebek ölümleri, obezite, suç oranları, uyuşturucu kullanımı ve daha düşük yaşam beklentisi gibi sosyal göstergelerin kötüleşmesine neden olur. Eşitsizlik, orta sınıfları aşındırdığı, toplumsal kutuplaşmayı arttırdığı ve siyasi güvensizliği körüklediği için demokrasiyi doğrudan tehdit eder ve liberal olmayan ya da popülist hareketler için elverişli bir zemin oluşturur.
Eşitsizliğin Özündeki Süreklilik
Tarihsel olarak eşitsizlik bir norm olmuştur. Kabile sistemleri nispeten düz, izomorfik toplumsal yapılara sahipken uygarlıklar, idari birimlere ve karmaşık iş bölümlerine dayalı daha hiyerarşik toplumları ortaya çıkarmıştır. Aydınlanma, toplumsal önyargı ve ayrıcalıklara karşı topyekün saldırısı ve tüm insanların eşit olduğu yönündeki cesur iddiasıyla insanlığın eşitsizliğe yaklaşımında devrim yaratmıştır. Fransız Devrimi herkes için eşit siyasi hakları müjdelemiş ve Sanayi Devrimi’nin yarattığı muazzam üretim fazlası, daha iddialı sosyal yeniden dağıtım planlarına olanak sağlamıştır. Eşitsizlikteki bu eğilim, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, çoğunlukla Batı’da, ilerici mali politikalar ve iddialı sosyal programlar ile beraber istisnai bir düşüşe geçmiştir. Ancak refah devletinin kolektif rüyası, 1970’lerin sonundaki petrol şokları ve ardından gelen neoliberal geri tepmeyle çökmeye başlamış ve eşitsizlik bir kez daha yükselişe geçmiştir.
Thomas Piketty ve diğerlerinin ileri sürdüğü gibi, klasik denge modellerinin tahminlerinin aksine, -kontrol edilmeme durumunda- kapitalist toplumlarda eşitsizliğin doğal eğilimi gelir ve servetin nüfusun üst yüzdelik dilimlerinde yoğunlaşarak artmasıdır. Marx’ın öngördüğü gibi uzun vadede sermaye getirileri, genel ekonomik büyümeyi ve işgücü ücretlerini açık ara aşmaktadır.
Gelişmekte olan ülkelerde gelirlerin daha hızlı artması nedeniyle ülkeler arasındaki eşitsizlik azalırken -ancak Kuzey Amerikalılar hala Sahra Altı Afrikalılardan ortalama 16 kat daha fazla kazanmaktadır[1]– ülkeler arasındaki gelir uçurumu en son yirminci yüzyılın başlarında görülen seviyelere ulaşmıştır. Bu durumdan en çok ABD, İngiltere, Avustralya, Kanada, Avrupa’nın büyük bölümü, Çin ve Japonya gibi gelişmiş ülkeler etkilenmiştir. OECD ülkelerindeki en zengin %10’luk kesim, en yoksul %10’luk kesimden 10 kat daha fazla kazanmaktadır.[2] Servet eşitsizliğine bakıldığında durum daha da dramatiktir. 2018 yılında dünyanın en zengin 26 kişisi, küresel nüfusun en yoksul yarısı (3,8 milyar kişi) kadar servete sahipti[3] ve dünyanın en zengin yedi kişisinin serveti COVID krizinin ardından %50’nin üzerinde artış gösterdi.[4] Sonuç olarak, servetlerini daha önce olduğu gibi sadece toprak, mülk ve devlet tahvillerinden değil, aynı zamanda muazzam yönetici maaşları ve “süper bonuslardan” elde eden, küresel olarak bağlantılı yeni bir süper zengin sınıfı ortaya çıktı.
Eşitsizliği Tetikleyen Unsurlar
Eşitsizliğe yol açan nedenler oldukça çeşitlidir. Küreselleşme, iklim değişikliği ve kentleşme gibi yapısal megatrendlerin yanı sıra, ekonominin giderek finansallaşması da kilit bir faktördür. Zenginler yatırımlarının büyüklüğünün yanı sıra bilgiye, uzmanlığa ve yatırım fırsatlarına ayrıcalıklı erişimden faydalandıkça gerçekten de “sermayenin geri dönüşüne”[5] tanık oluyoruz. Bir “gelir savunma endüstrisi”[6] tarafından desteklenen zenginler, varlıklarını denizaşırı vergi cennetlerinde (2013 yılında küresel servetin tahmini %8’i)[7] gizleme konusunda oldukça yetenekli olduklarını kanıtlamışlardır. Paranın parayı doğurmasıyla zenginler, elit eğitime ve özel ağlara ayrıcalıklı şekilde erişebilmektedirler, böylece gelir eşitsizlikleri önceki servet eşitsizliklerinin bir sonucu olarak ortaya çıkar. Son olarak, süper zenginler sosyal ve mali tavizler vermeye daha az meyilli hale gelmiş, kendilerini ulusal çerçevelere daha az bağlı ve Soğuk Savaş dönemine kıyasla sosyalist ayaklanmalar tarafından daha az tehdit altında hissetmeye başlamışlardır.[8]
Eşitsizlik, refah devletinin ve daha geniş anlamda sosyal demokrasinin gözden düşmesi nedeniyle de artmıştır. Sendikalar nüfuzlarının sürekli azaldığını görmüş, nihayetinde işgücünün sistematik olarak parçalanarak sonsuza kadar şekillendirilebilir -ya da “esnek”- ve değiştirilebilir birimler haline getirilmesini engelleyememişlerdir. Geçtiğimiz on yıllar boyunca, işçiler genel olarak haklarının durmaksızın aşındığını, gerçek ücretlerinin düştüğünü ve statülerinin neoliberalizm tarafından acımasızca kırılganlaştırıldığını gördüler. 2013 yılında, toplam OECD istihdamının yaklaşık üçte biri, öngörülemez ve prekaryalaşmış olan “standart dışı” işlerdeydi ve devam etmekte olan dijital devrimin bu durumu yakın zamanda tersine çevirmesi pek mümkün görünmüyordu.[9]
Eşitlikten Kimliğe
Eşitsizlik konusunda üç söylem birbiriyle kesişmiş ve karşı karşıya gelmiştir, zira giderek kötüleşen toplumsal bölünmenin yanı sıra ırk, toplumsal cinsiyet, etnik köken ve din çerçevesindeki ayrışmada ilave fay hatları açılmıştır. Bu söylemlerden birincisi eşitliği, ikincisi hakkaniyeti, üçüncüsü ise kimliği savunmaktadır.
Modern eşitlik söyleminin kökenleri, aydınlanmanın eşitsizliğin doğal düzen olduğu eski rejimin (ancién regime) ayrımcılıklarını ve ayrıcalıklarını sona erdirme mücadelesine dayanmaktadır. Bu mücadele, hem kanun önünde eşitliği ve bireysel özgürlüğü savunan liberal bir kolda hem de yeniden dağıtım ve sosyal hareketlilik gibi sosyo-ekonomik politikaları savunan sosyalist bir kolda ifadesini bulmuştur. Temel ilkesi, bireysel özgürlüğü en üst düzeye çıkarırken ekonomik farklılıkları eşitlemektir. Eşitlik lehindeki hareket yirminci yüzyılda doruğa ulaşmıştır ancak günümüzde yelkenlerinde çok az rüzgar vardır.
Hakkaniyet paradigmasının savunucuları, eşitlik paradigmasının bir uzantısını oluşturmakta ancak din, cinsiyet ve etnik kökene karşı körlüğünden ve vaatlerini yerine getirememesinden yakınmaktadır. Gerçekten de kadınlar hala yoksulluk, şiddet ve eşitsizliğin yükünü çekmekte, ırksal azınlıklar da sistematik ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaya devam etmektedir. Bu doğrultuda, eşitlik paradigmasının savunucuları, eşitliğin gerçekleşmesi için öncelikle kadınların ve azınlıkların pozitif ayrımcılık ve diğer destek mekanizmaları yoluyla fırsatlara eşit erişim elde etmeleri gerektiğini iddia etmektedir.
Son olarak, kimlik paradigmasının savunucuları eşitlik (ve/veya hakkaniyet) söyleminin en iyi ihtimalle yanlış, boş ve ikiyüzlü; en kötü ihtimalle de zararlı olduğunu çünkü önyargı ve ayrımcılığı sürdüren ve kötüleştiren şeyin tam da eşitliğe yönelik önyargılı dürtünün kendisi olduğunu savunmaktadır. Bu doğrultuda, eşitlik fikrinden tamamen vazgeçmiş, onu beyaz (erkek) elitlerin toplum üzerindeki hakimiyetlerini pekiştirmek için tasarladıkları emperyalist, evrensel bir kurgu olarak görmüşlerdir. Böyle bir perspektiften bakıldığında, öncelik artık haklara eşit erişim, eşit fırsatlar veya daha adil bir sosyal dağılım için mücadele etmek değil, genellikle tarihsel acıları ve yanlışları onarma hırsıyla belirli grupları, onların kendi özel çıkarlarını ve haklarını savunmaktır.
Eşitsizliğin Geleceği
Kimlikçiler; bölünme, dışlanma, kutuplaşma, haklılık ve intikam mantıklarını besleyen ve sürdüren çeşitli mikro-emperyalizmler ve hipertrofik mikro-kimlikler yaratarak, farklılığı ontolojikleştirme riskini taşırlar. Siyasi açıdan bu durum, eşitsizliği önceden belirlenmiş olarak özselleştiren ve bunu yeni normal ya da eski kullanımıyla “Büyük Varlık Zinciri” (the Great Chain of Being) olarak öne süren, özünde muhafazakar bir mantığın işine yarayabilir. Sonsuz postmodern farklılaşmanın belirsizliği içinde, bireysel kimliğin ya da öznelliğin pek bir değeri olmayacaktır. Yeni diktatörlerin görevi devralması ve zenofobik eğilimlerle kendi grup insiyatiflerini tasarlamaları muhtemeldir.
Ancak eşitsizlik, siyasi tercihlere bağlı olması nedeniyle kaçınılmaz değildir. COVID krizinin ardından yaklaşan resesyon bağlamında, eşitsizliğe göz yummak bir felaket olacaktır. Eşitsizliğin nasıl kontrol altında tutulabileceğine dair; küresel bir servet vergisi ve servet kaydı, daha yenilikçi vergi sistemleri ve vergiye itaat, işçi haklarının ve güvenlik ağlarının (veya temel evrensel gelirin) daha güçlü korunması, oligopolistik veya tekelci güçlerin dizginlenmesi, “deregülasyon” söyleminin tersine çevrilmesi, siyasi partilerin finansmanı üzerinde daha sıkı kontroller, göçmenlerin siyasi karar alma süreçlerine daha iyi entegrasyonu ve daha kapsayıcı eğitim sistemleri gibi çok sayıda önlem önerilmiştir.
İlliberallerin ve diğer güç ve biyo-politika savunucularının ekmeğine yağ sürecek kutuplaşma ve parçalanmadan kaçınmak için, daha kapsayıcı ve uzlaşmaya dayalı bir sosyal reform için yeniden harekete geçilmesi gerekmektedir. Mevcut sağır diyalog yerine, eşitlik ve hakkaniyet savunucuları ile kimlik savunucuları arasında daha verimli bir alışverişe ihtiyaç vardır. Bu da eşitlik ve çeşitliliği, yeniden dağıtım ve tanınmayı uzlaştırmanın yeni yollarını tasarlayarak çemberi yeniden çizmeyi gerektirecektir. Cevap, ne Rousseau’nun Second Discourse’da ima ettiği gibi kültürden tamamen vazgeçmekte, ne kimlikçilerin ve ırkçıların savunduğu gibi farklılığı ontolojikleştirmekte, ne de evrenselcilerin önerdiği gibi (nihayetinde ütopik ve ters etki yaratan) kültürü silmekte değil; daha ziyade verimli etkileşime ve karşılıklı diyaloğa teşvik etmekte yatıyor olabilir.
***
Editör notu: Geneva Graduate Institute’de 9 Mart 2021’de yayınlanan “The Rise of Inequality and Its Contested Meanings” başlıklı yazı İLKE Analiz okurları için Elif Feyza Dinç tarafından tercüme edildi. Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve İLKE Analiz’in editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Görsel: The Nation
[1] UN, “Inequality – Bridging the Divide”.
[2] Brian Keeley, Income Inequality: The Gap between Rich and Poor, OECD Insights (Paris: OECD Publishing, 2015).
[3] UN, “Inequality – Bridging the Divide”.
[4] Hiatt Woods, “How Billionaires Saw Their Net Worth Increase by Half a Trillion Dollars during the Pandemic”, BusinessInsider, 30 October 2020.
[5] Mike Savage, “An Interview with Thomas Piketty, Paris 8th July 2015” (Working Paper 1, International Inequalities Institute, LSE, 2015).
[6] Jeffrey A. Winters, “Civil Oligarchies”, chap. 5 in Oligarchy (Cambridge: Cambridge University Press, 2011), 208–74.
[7] Gabriel Zucman, “The Missing wealth of Nations: Are Europe and the U.S. Net Debtors or Net Creditors?”, Quarterly Journal of Economics 128, no. 3 (2013) 1321–64.
[8] Matias López and Joshua K. Dubrow, 2020, “Politics and Inequality in Comparative Perspective: A Research Agenda”, American Behavioral Scientist 64, no. 9
[9] Brian Keeley, Income Inequality.