Giriş
2008 yılında başlayan ve halen sürmekte olan üçlü kriz [1] ana akım iktisat düşüncesi üzerindeki tartışmaları geri dönülmez biçimde artırdı. 1929 yılında ABD’de başlayıp tüm dünyaya yayılan ve o günün baskın iktisadi anlayışının beceriksizliği ile sonradan Büyük Depresyon adıyla anılmak durumunda kalan kriz koşulları nasıl Keynezyen iktisat düşüncesini doğurduysa, 1929’dakinden daha karmaşık, daha dallı budaklı yaşadığımız bu kriz de 1950’lerde şekillenen Neoklasik-Keynezyen sentez için yolun sonu demek. Ekolojik, toplumsal ve ekonomik olarak sürdürülebilir bir model tartışmaları hiç bugünkü kadar canlı olmamıştı.
İnsan faaliyetlerinden kaynaklanan çevre felaketleri sadece günümüzün modern toplumlarının sorunu olmamıştır. Birçok medeniyetin yaşadıkları çevresel felaketler neticesinde ortadan kalktığını tarihten biliyoruz. Tarihsel örneklerin günümüzden farkı, bu felaketlerin çoğunlukla yerel olmasıdır. Oysa Sanayi Devrimi sonrası, özellikle 1950’lerden itibaren ortaya çıkan tüketim toplumu sonucunda iktisadi faaliyetlerin çevre üzerindeki etkisi giderek genişleyerek yerel ölçeği aşmış, dolayısıyla 1980’lerden itibaren konuya olan ilgi artmaya başlamıştır.
Son 2008 kriziyle beraber her derdin devası olarak görülen iktisadi büyüme saplantısı büyük bir yara aldı. İnsan refahını kişi başına düşen gelire endeksleyen anlayışa karşı refahın maddi olmayan unsurlarını da kapsayan model önerileri giderek güncel tartışmalara dâhil olmaya başladı. Yeşil Ekonomi de bu tartışmaların odağında yer almaktadır.
Yeşil Ekonomi Nedir?
Yeşil Ekonomi, hâkim iktisat ideolojisine getirilen eleştirel yaklaşımlardan biridir. Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) Yeşil Ekonomi’yi “insanın refahını ve toplumsal eşitliği sağlarken çevresel riskleri ve ekolojik kıtlıkları ciddi biçimde düşüren ekonomi” olarak tanımlamaktadır. [2] “Düşük-karbonlu, kaynakları etkin olarak kullanan toplumsal olarak kapsayıcı böylesi bir sistemde gelir ve istihdam artışı, karbon salımı ve kirliliği azaltan, enerji ve kaynak etkinliğini artıran, biyo-çeşitlilik ve ekosistem hizmetleri kayıplarını önleyecek kamu ve özel sektör yatırımlarıyla sağlanacaktır” diye eklemektedir. Alanın önemli isimlerinden biri olan Molly Scott Cato, beyaz, zengin ve Batılı insanı kayıran hâkim iktisadi sistemin birçok farklı bakış açısını göz ardı ettiğini, küresel ekonominin, beşeri ve doğal kaynakların çoğunun, Batılı ayrıcalıklı azınlığın yaşam standartlarını yükseltmek için kullanıldığını, sömürgecilik sisteminin bir uzantısı şeklinde örgütlenmiş olduğunu öne sürer. [3] Cato’ya göre Yeşil Ekonomi, sosyal adaleti içselleştirmiş olması ve çevre aktivistleri ve yeşil politikacıların ihtiyaçlarına binaen tabandan başlamış bir yaklaşım olması dolayısıyla hâkim ekonomik paradigmadan farklılaşır. Bu haliyle Yeşil Ekonomi oldukça eklektik bir yapıdır ve üzerinde yükseldiği fikir akımları aydınlanmadan post-modernizme, eleştirel teoriden eko-feminizme uzanır. [4]
Richard Lawson Yeşil Ekonomi’nin (i) sonlu uzayda sonsuz bir biçimde genişlemek (ii) sonlu kaynaklardan sonsuza kadar faydalanmak imkânsızdır, ve (iii) her şey birbirine bağlıdır gibi üç temel aksiyom üzerine inşa edildiğini yazar. Ekonomi bu aksiyomlara tabi kılındığında insan faaliyetleri doğayla uyum içine girmiş olacaktır görüşünü savunur. [5] 1960’ların ortalarına kadar hüküm süren kaynaklar kıt mı değil mi tartışması 1966 yılında Kenneth Boulding’in uzaydan çekilmiş dünya fotoğraflarından esinlenerek yaptığı çalışmasıyla son bulur. Boulding, sınırlı kaynaklarla sınırsız büyümenin mümkün olduğunu düşünmek için ya deli, ya da iktisatçı olmak gerekir diye yazar. [6]
Yeşil Ekonomi Hakim İktisadi Anlayıştan Hangi Noktalarda Ayrışıyor?
Yeşil Ekonomi, doğa üzerinde oluşacak etkilerin sınırlı bir yaklaşımla hesaplanmasının mümkün olmadığını ve bu durumlarda “ihtiyatlılık ilkesinin” (precautionary principle) temel alınması gerektiğini savunur. Buna göre, eğer bugün alacağımız bir kararın gelecekte ne tür sonuçlara varacağını kestiremiyorsak, belirli bir ihtiyat payıyla hareket etmemiz gerekir. Dışsallığı önleyici vergilendirme, yasal düzenleme, kota ticareti, fayda-maliyet analizi gibi araçlar, baskın iktisadi düşünce temelinde belirlenen politikalara karşı argüman geliştirirken ister istemez yararlanılan ve yararlanılacak olan araçlardır.
Yeşil Ekonomi’nin ilgilendiği en temel sorulardan biri de ekonomik faaliyetlerin (üretim, dağıtım, tüketim) doğa üzerindeki baskısı artıyor mu, azalıyor mu sorusudur. Yani, bir birim GSMH üretmek için kullandığımız doğal kaynak miktarı zaman içinde nasıl bir seyir izlemektedir? Eko-etkin teknolojilerin üretimin doğal kaynak yoğunluğunu düşürmesi beklenir. Buna literatürde “ayrışma” (decoupling) denir. Ayrışma da mutlak ve göreli olarak ikiye ayrılır. Mutlak ayrışma ekonomi büyürken doğa baskısının azalmasına, göreli ayrışma ise doğa baskısının ekonominin büyüme oranından daha az artmasına verilen isimdir.
OECD, doğa üzerindeki baskıyı ölçmek için, CO2 salımı, su kaynakları kullanım yoğunluğu ve atık üretim yoğunluğunun da aralarında olduğu 10 temel gösterge kullanmaktadır. Yapılan değerlendirmelerde kimi üye ülkelerde birkaç göstergede göreli ayrışmanın yaşandığı, ama mutlak ayrışmanın çok nadir rastlanılan bir durum olduğunu belirtilmektedir. OECD’ye üye olmayan çoğunluğu orta ve düşük gelirli ülkede durumun ne olduğunu tahmin etmek ise o kadar zor değildir.
Ekolojik sorunlar üzerine baskın iktisadi görüşle, Yeşil Ekonomi gibi eleştirel yaklaşımların ayrıştığı en temel konu insan refahının tanımıdır. İlkine göre insan refahının tek bir kaynağı vardır, o da maddi gelirdir. Maddi gelir arttıkça, yani ekonomi büyüdükçe, refah da artacaktır. Ekonomik büyümeye bu sapkınca bağlılık 2008 yılındaki krizle en beklenmedik mahfillerde bile tartışılmaya başlansa da, birçok eleştirel yaklaşımın yıllardan beri dile getirdiği bir konuydu. Bu yaklaşımlar, GSMH gibi Keynezyen iktisat temelli göstergelerin maddi refahı bile doğru dürüst ölçemediğini savunur.[7] [8]
GSMH, ancak piyasada bir para karşılığında yasal yollardan yapılan alışverişleri kapsar. Kişinin bahçesinde kendisi ya da eşi dostu için yetiştirdiği sebze, meyve, kadınların yaptıkları ev işleri, çocuk ve yaşlı bakımları, gönüllü yapılan işler gibi aslında insan ve toplum refahını artıran birçok faaliyet GSMH hesaplarına alınmaz. Ama toplum refahı üzerinde olumlu bir etkisinden bahsedilemeyecek olan birtakım harcamalar, örneğin silahlanma harcamaları, GSMH’ye katılır. GSMH’yi refahın ölçütü olarak kabul ettiğimizde vatandaşlardan topladığı vergi gelirlerini silahlanma harcamalarında kullanan bir hükümeti ekonomik büyüme sağladığı için başarılı saymak durumunda kalıyoruz ki, bu da GSMH’nin ne kadar yanıltıcı bir gösterge olduğunu kanıtlıyor. İktisadi büyümesini ülkenin doğal kaynaklarını pazarlayarak sağlayan bir ülke de refahın gerçekten arttığını kim iddia edebilir? Bu ve benzeri eleştiriler, araştırmacıları daha geniş refah tanımları yapmaya ve göstergeler hesaplamaya itmiştir.
Ekonomik Büyüme Her Derde Deva Mı?
UNEP raporuna göre günümüzde yaklaşık 7 milyar olan dünya nüfusu 40 yıl içinde 9 milyara ulaşacak. Bugün, çoğunluğu Sahra-altı Afrika’da yaşayan mutlak yoksulluk, açlık sınırındaki insanların ekonomik büyüme olmadan refahlarının nasıl artırılacağı çözüm bulunması gereken en önemli sorun. BM’nin 2000 yılında kabul ettiği Milenyum Kalkınma Hedefleri 2015 yılına kadar, içinde mutlak yoksulluğu yarı yarıya azaltmanın da olduğu 8 konu belirledi. Ancak 2012 itibariyle bırakın bu hedeflere ulaşmayı, yaklaşmak bile mümkün olamadı. Bunda gelişmiş dünyanın içinde bulunduğu kriz şartlarının da büyük etkisi olduğu bir gerçek. Milenyum Kalkınma Hedefleri, her ne kadar ekonomik büyüme ve doğanın korunmasını birbiriyle çelişmeyen hatta birbirini güçlendiren amaçlar olarak tanımlamış olsa da, özellikle doğal kaynak ihracatçısı olan yoksul ülkelerde doğayı koruyarak mutlak yoksulluğun nasıl azaltılacağı ve bunun yanında diğer hedefleri nasıl yakalayabileceğimiz gibi sorular hala ortada durmaktadır.
Ana akım iktisat ideolojisinin insan refahını maddi gelire indirgemiş olduğunu gördük. Daha fazla refah için daha fazla kazanmalı, daha çok tüketmeliyiz ki, üretim, dolayısıyla gelir artabilsin. Gelirden herkes eşit pay alamasa da, ABD’li iktisatçı Simon Kuznets’in işaret ettiği şekilde ortalama gelir belli bir eşiği aştıktan sonra gelir dağılımı da düzelecektir. İktisadi büyüme ve neticesindeki gelir artışının, gelir dağılımı gibi toplumsal sorunların yanında ekolojik sorunları da otomatik olarak çözeceği varsayılır. Gelir artışıyla beraber ülkeler doğayla daha barışık teknolojilere ulaşabilecek, insanlar temel ihtiyaçların ötesinde çevre kalitesi gibi konulara daha fazla önem atfedip, siyasi iktidarı çevreyi gözeten politikalar izlemeye zorlayabileceklerdir.
Buna Kuznets’in yukarda değindiğimiz gözlemine atfen “Çevresel Kuznets Eğrisi” (Environmental Kuznets Curve) yaklaşımı denmektedir. Kimi gelişmiş ülkelerdeki verilerden hareketle yapılan çalışmalar belirli bir eşikten sonra gelirle çevre kalitesinin bazı göstergeleri arasında pozitif bir ilişki olduğu gösteriyor. Yani ülkeler zenginleşip kişi başına düşen gelir belli bir seviyeyi (10 bin dolar mesela) aştıktan sonra hava ve su kalitesi de düzelmeye başlıyor. Bu çalışmaların vermeye çalıştığı mesaj şu: “Panik olmaya gerek yok, büyümeye devam edin, belirli bir eşikten sonra her şey düzelmeye başlayacak.” Ancak bunun nasıl gerçekleşeceği sorusuna cevap verilmiyor. Zenginleştikçe daha kaliteli bir çevreye daha az üreterek mi ulaşacağız, yoksa işin içinde başka bir bit yeniği mi var?
Zengin ülkelerde gelir arttıkça gözlenen iyileşme bir vakıa, ancak gelişmiş ülkelerden daha fakir ülkelere giden sermaye yatırımlarının kompozisyonuna baktığımızda, bunun kirli sanayilerin dünyanın daha fakir ülkelerine transfer edilmesiyle mümkün olduğunu görüyoruz. Yani Çevresel Kuznets Eğrisi yaklaşımının söylemeye çalıştığı şey aslında şu: “Büyümeye devam edebilmek için gelişmiş ülkelerin kirli sanayilerini ülkenize kabul etmeye, sahip olduğunuz doğal kaynaklarınızı küresel ekonominin emrine vermeye, bu yolda var olan çevresel ve emek standartlarınız eğer engel oluşturuyorsa, bunları esnekleştirmeye devam edin. Merak etmeyin, belirli bir eşikten sonra bu sefer kirli sanayilerinizi ihraç etme sırası size de gelecek ve o günden sonra ülkenizdeki kirliliğin ve eşitsizliğin düştüğünü göreceksiniz”. Yani, kapitalist gelişme modeli ekolojik sorunları çözmeye muktedirdir, buna fırsat verilmelidir.
1990’ların başında Doğu Bloku’nun çözülmesi ile kapitalist gelişme modeli tek geçerli reçete olarak Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü eliyle ülkelere dayatılırken kullanılan temel argüman da budur. Bir zamanlar Roma İmparatorluğu’na dâhil olmadan barış yüzü görmek nasıl mümkün olmadıysa, günümüzün Pax Romana’sı olan Washington Uzlaşısı’na göre serbestleşme ve kuralsızlaştırma olmadan büyüme, o olmadan da refah artışı sağlamak mümkün değildir. 1990’lardan beri yaşadığımız iktisadi krizler bu uzlaşının kaçınılmazlığına ciddi bir darbe vurmuş olsa da, henüz etkisini tam olarak yitirmiş değildir.
Bulunduğumuz noktada birçok çevre bu haliyle büyüme ve kalkınmadan memnun değil ki, kavramların önüne ya da arkasına bir eklenti yapmak zorunda hissediliyor. Türkçeye “büyümeme” (agrowth) ve “küçülme” (degrowth) olarak çevirebileceğimiz hareketlerin yanında, bildik anlamda büyüme olmadan da refahın artırılabileceğini savunan görüşler hızla artmaya başladı.
Sonuç Yerine
Yeşil Ekonomi, hâkim iktisadi görüşe eleştirel yaklaşımlardan biridir. Doğal olarak, her soruna çare bulmak gibi bir iddiası yok. Yeşil Ekonomi, ekolojik, toplumsal ve ekonomik açıdan sürdürülebilir bir yaşamı mümkün kılacak dönüşümlere ışık tutan bir yaklaşım olarak tanımlanabilir. Gelecekte nasıl yaşamamız gerektiği konusunda her eleştirel yaklaşım aşağı yukarı benzer cevaplara sahiptir. Ancak buradan oraya nasıl gideceğiz sorusu hala cevap beklemektedir. Küresel iklim değişikliği gibi ekolojik felaketler göz önünde bulundurulduğunda acilen harekete geçmek gerektiği ortadadır. Bu aciliyet kabul edildiğinde, atılacak adımların ilkin mevcut sistemin içinde, o sistemin araçları ve aktörleri eliyle yapılması zorunluluğu da daha anlaşılır hale gelecektir.
Yeşil Ekonomi, ne piyasa sistemine, ne fiyat mekanizmasına, ne de özel sektöre karşı bir alternatiftir. Ancak, bu onları verili olarak aldığı anlamına da gelmez. Bunlar bugünden yarına dönüşüm için kullanılması gereken araç ve aktörlerdir. Araçların esiri olma tehlikesi elbette ki vardır, ancak hızla uçuruma doğru ilerlerken bu riskler ikincil önem taşıyor. Her halükarda bu bir güç savaşıdır ve bu dönüşümün ne kadar hızlı, ne kadar samimi olacağı toplumsal mücadeleler tarafından belirlenecektir.
***
Editör Notu: Bu metin Yeni İnsan Yayınevi’nin Ahmet Atıl Aşıcı ve Ümit Şahin’in editörlüğünde yayımlanan “Yeşil Ekonomi” kitabındaki “İktisadi Düşüncede Çevrenin Yeri ve Yeşil Ekonomi: Karşılaştırmalı Bir Analiz” başlıklı kitap bölümünden alınmıştır. Yeşil Ekonomi kitabına buradan erişebilirsiniz.
[1] Ekonomik, toplumsal ve ekolojik kriz
[2] UNEP. 2010. Green Economy Developing Countries Success Stories. UNEP, Geneva.
[3] Cato, M. S. 2009. Green Economics: An Introduction to Theory, Policy and Practice. Earthscan.
[4] Kennet, M. ve V. Heinemann. 2006. Green Economics: setting the scene. International Journal of Green Economics, 1:1/2, s. 68-102.
[5] Lawson, R. 2006. An Overview of Green Economics. International Journal of Green Economics, 1:1/2, s. 23-36.
[6] Kula, E. 1998. History of Environmental Economic Thought, Routledge, London.
[7] Jackson, T. 2009. Prosperity without growth: Economics for a Finite Planet. Earthscan.
[8] Stiglitz, J., A. Sen, J-P. Fitoussi, 2011. Report by the Commission on the Me- asurement of Economic Performance and Social Progress.