İnsanlık tarihinin belki de en hızlı değişim ve dönüşümlerinin yaşandığı bir çağın içindeyiz. Özellikle son iki yüzyıldır bireysel ve toplumsal hayatı ilgilendiren alanlarda yaşanan gelişmeler kurulu bir sosyal düzene uyum sağlama sürecini hepimiz için zorlaştırıyor. Her daim değişen ve ilerleme sergileyen maddi bir dünya bizi daha fazla değişime ayak uydurma konusunda zorlamakta. Tüm bu değişimlerin ortak paydasında insanlığa daha iyi yaşam koşulları sağlama amacı gelmekte. Bu hedefin farklı disiplinlerdeki ifadesi ‘kalkınma’ olarak biliniyor. Bu manada, küresel dünyanın son iki yüzyılda yaşadığı olağanüstü değişimler adeta kalkınma çağına girdiğimizi bizlere hatırlatıyor. Kavramın farklı disiplinlerdeki izdüşümleri bir yana bireysel ve toplumsal hayata belki de en çok sirayet eden boyutunu iktisadi kalkınma başlığı altında ele alabiliriz.
Günümüzde ülkeler arası rekabeti ölçerken gelişmekte olan ve gelişmiş ayrımı yapılması, iktisadi başarının büyüme verileriyle açıklanması, yüksek üretim peşinde kaynakları çeşitlendirme ve geliştirme, sermayeyi emeğin en verimli haliyle buluşturma adına beşerî sermayeyi arttırma, bu süreçte teknolojinin sınırsız gücünden istifade etme ve çok daha fazlası hep aynı amaca hizmet etmekte: insanlığı içinde bulunduğu sosyal ve iktisadi şartlardan daha ileri götürecek imkanların arttırılması. Yerel boyutlarıyla kalkınma yeni dünya düzeninin bir parçası olma adına bu denli önemliyken küresel olarak da kalkınma benzer bir amacı taşımakta.
Daha geniş bir zaviyeden ele alındığında iktisadi kalkınmanın çok önemli başka bir misyonun parçası olduğu çıkarımına varmak da mümkün. Büyük oranda bu misyon orta çağ karanlığını geride bırakan Batı dünyasının Tanrının egemenliğini yeryüzünden silerek büyüsü bozulmuş bir dünya tasarımına geçişiyle birlikte toplumsal düzeni nasıl inşa edeceği sorusuyla yakından alakalı. İktisadi kalkınma bu süreçte insan aklını mutlak bilgi kaynağı olarak kabul eden bir anlayışın toplumsal düzeni ve insanların bir arada barış içerisinde yaşamasını garanti edecek ortak değer yargısını oluşturmakta. Tanrının elini yeryüzünden çekmesiyle modern dünya geleneğin tüm basmakalıp önyargılarını yıkarak insanın, doğanın, emeğin ve sermayenin gelişime açık potansiyelini harekete geçirmek yoluyla kusursuz bir evren yaratmayı hedeflemekte. Bunun için her daim mevcut sosyal ve iktisadi gelişme durumu ile iktifa etmeyip maddi yönleriyle daha fazla gelişme göstermek, çağa ayak uydurabilmek ve çağın öncüsü olabilmek ve bu sayede kalkınma yarışının içerisinde olmak tüm toplumların asli misyonunu oluşturmaktadır. Bir an olsun bu yarıştan kopmanın bedeli oldukça yüksek olduğu için iktisadi kalkınma ulvi bir hedefken aynı zamanda gerektiğinde bir cezalandırma vesilesidir. Son yüzyılın en önemli iki uluslararası kurumu olan Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelere destek şartlarının arka planları cezalandırmanın pek kibar bir versiyonunu bizlere hatırlatır.
Tanrısız bir dünya tasarımının felsefi arka planı bir kenara, bu tasarımın sonuçlarını ele aldığımızda karşımızda pek de iyimser bir tablo olmadığını kabul etmemiz gerekir. Madem ki insanlık daha ileri safhalara küresel iktisadi kalkınma hedefleriyle taşınacak, o halde bunun adil ve eşitlikçi bir sonuç doğurması beklenir. Oysa pratikte durum aksini bizlere göstermekte. Küresel dünya belki de hiç olmadığı kadar ekolojik dengesizlik, gıda sorunu, açlık, yoksulluk ve fakirlik, mutsuzluk, tatminsizlik ve gelir adaletsizliği ile sarsılmakta. İnsanlığın maddi anlamda iyi şartlara erişme yollarına kavuştuğunu belki iddia edebiliriz, ama insanın durumunun selamete kavuştuğunu iddia etmek oldukça zor bir varsayım. Burada içinde yaşadığımız kapitalist düzenin eşitsizlik üzerine kurulu bir felsefeye dayandığını tekrar hatırlamak ve beklentileri bu yönde yenilemek uygun olacaktır.
Küresel nüfusun önemli bir payını oluşturan Müslüman dünya bu eşitsizlikten en çok nasibini alan kesimi oluşturmakta. Mevcut şartlarda Müslüman toplumların hali pür melali bizlere bu durumu en iyi şekilde gösteriyor. Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerinin ortak paydalarından birinin din olarak İslam’ı benimsemiş nüfusa sahip olmaları doğal olarak İslam ve azgelişmişlik sorununu gündeme getirmekte. Gerçi bu korelasyon bir nedensellik ilişkisini icbar etmese ve dolayısıyla tüm sorunun İslam’ın kendisinden kaynaklandığına dair bir kanaati haklı görmese de yine de, İslami değerler ile modern küresel kalkınma hedefleri arasında uyumsuzluğunun nasıl aşılacağına dair sorun uzun zamandır akademik dünyanın canlı gündemini oluşturuyor. Günümüzde bu alanda yapılan pek çok akademik çalışma Müslüman toplumların çağın şartlarına uygun bir din anlayışını ortaya koyamamaya odaklanmakta. Bu yaklaşım Müslüman toplumların geri kalmışlığını geleneksel dünyadaki kurumsal yapıların günümüze taşınamamasına dayandırırken, daha radikal yaklaşımlar Batının sanayileşmeci ve finansallaşmacı kalkınmasına entegre olacak bir İslami değerler bütününü yenilikçi bir anlayışla ortaya çıkarmayı şart koşmuştur. Bu yaklaşıma göre, örneğin, faize dayalı bankacılık sistemi yerini faizsiz standartlar taşıyan bir İslami banka anlayışına bırakmak durumundadır. Sanayileşme, benzer şekilde, iktisadi gelişme adına olmazsa olmaz süreçlerden biridir. Yine, finansal piyasaların geliştirilmesi Batının kalkınma yolunda ayak izlerini takip etmek adına kaçınılmaz bir fırsattır.
Tüm bu önermeler iktisadi kalkınmanın pozitivist bir alana hapsolan ve felsefi arka planı göz ardı eden boyutlarına odaklanmak yerine dağılımsal sorunlara rağmen ülke sınırları içerisinde bolluk ve refahın öncelenmesini önermektedir. Bu yüzden, milli gelirin ne pahasına olursa olsun artması bu gelirin dağılımından önce gelmektedir. Zamanında geri kalmışlığı sanayileşmedeki gecikmeye bağlayan Müslüman ülkeler zamanla finansal piyasaların geliştirilmesiyle Batı gibi gelişmiş ülke kategorisinde yer alacağını düşünmüş ama yine başarılı olamamıştır. Kendisi eşitsizlik yaratan bir kalkınma misyonuna sahip olan kapitalist sistem ile adaleti esas alan bir değeri önceleyen İslam’ın aynı düzlemde buluşması bu açıdan pek mümkün görünmemektedir.
Belki de bu durumun bilincinde olarak, yakın dönem İslam iktisadı çalışmaları kalkınmanın büyüsünü yapı bozumuna uğratarak özgün bir iktisadi kalkınma çerçevesi sunmak adına 1940 ile 1970’li yıllar arasında derinlikli bir tartışma ortamı yarattı. İlk dönem İslam iktisadı çalışmalarına, dahası bu dönemdeki uluslararası konferansların içeriklerine bakıldığında temelde iktisadi kalkınmanın İslam prensiplerle nasıl bir içerik kazanacağına dair oldukça zengin bir literatür oluşmuştur. Ancak, daha sonraları çeşitli politik ve iktisadi gelişmeler bu arayışın yerini zamanla finansal gelişmeyle kalkınmanın sağlanacağına duyulan güven neticesinde İslam finansın ticari başarısına bırakmıştır. Halbuki İslami finans, sermaye birikim rejiminin egemenliğini yıkacak bir radikal dönüşümü yaşatma konusunda Müslüman toplumlarda bir beklenti yaratmakta oldukça isteksizdir.
Günümüzde Müslüman toplumlar bir kıskacın arasında sıkışmış durumdadır. Bir taraftan kapitalist kalkınmanın yarattığı eşitsizliği ortadan kaldıracak ve günümüz kalkınma değerleriyle İslami prensipleri buluşturacak bir ara formülü oluşturmada zorluk yaşarken, diğer tarafta bu çözümsüzlüğün getireceği maddi zorluklar yerine daha az adil ama daha fazla müreffeh bir hayatı tercih etme arasında gidip gelmekteler. Belki bundan daha vahimi, bu iki seçenek dışında bir alternatife duyulan özlemin giderek azalması. Halbuki ana akım iktisadın dışında pek çok alt disiplin bu arayışın peşinde bir çaba göstermekte. Sosyoekonomistler, post-developmentalistler, de-growth savunucuları ve daha pek çoğu aynı paradigmadan da olsa bir alternatif üretme konusunda ısrar ederken ontolojik olarak çok farklı bir yerde duran ve modern dünyaya alternatif sunabilecek belki de en önemli değerler bütününe sahip bir din anlayışına sahip olan İslam iktisadı neden kalkınmanın kalıplarını yıkarak daha adil bir dünyanın fikri mimarisini oluşturmasın? Kapitalist düzenin zafer ilanı olarak tarihin sonunu ilan eden tezlere rağmen günümüzün çevre sorunları, sürdürülebilirlik, emeğin değeri, ahlak ve birçok hususta yaşanan adaletsizliklere karşı hala söz söyleyebilecek olan İslam iktisadı öncelikli olarak kalkınma fetişizminden kurtulup yerine yeni kavramsal alternatifler sunabilir. Bunlar arasında hiçbiri sadece hayatın maddi yönleriyle sınırlı olmayan ve manevi, ahlaki ve ruhsal gelişimi izhar eden tezkiye ve tekâmül gibi kavramlar gelmektedir. Yeni dönem İslam iktisadı çalışmaları bu tarz kavramların teorik yönlerini ve pratiğe dönük izdüşümlerini geliştirmek sayesinde epistemolojik bir fark yaratacaktır. Diğer türlü, küreselde yaşana gelişmeleri takip etme ve uyum sağlama noktasında İslami finans sermaye birikim rejimine naif bir katkıda bulunmanın ötesine geçmek dışında bir beklenti oluşturmaz.