19. yüzyılla birlikte özellikle Batı dünyasında, oluşmakta olan yeni dünya ile ilgili ciddi kaygılar ortaya çıktı. 1800’lerin ortalarına kadar giden (1750’lere kadar da götürülebilir) bu yeni hayat ve düzenle ilgili eleştirel bakış 20. yüzyılın başında I. Dünya Savaşı ile birlikte bir çöküş düşüncesine/kaygısına da neden oldu. Batı’da yaşanan iki dünya savaşı her bakımdan büyük bir tahribata sebep olurken, coğrafî ve fizikî tahribatın ötesinde, zihnî ve düşünsel anlamda da ciddi sıkıntılar baş gösterdi. Existansiyalizmin neredeyse dinsel bir güce ve anlama kavuşması, sosyalizmin umut haline gelmesi bu dönemle birlikte öne çıktı. Dünyaya yeni metafiziğini sunan Batı’daki bu durum elbette ki tarihte belirleyiciliğini yitirmiş gelenek ve kültürlerde hem sosyal hem kültürel hem de düşünsel anlamda daha büyük travmalara yol açtı. İnsanlar zaten 300 yıldır dinlerini, mezheplerini, inançlarını sorgulayarak Batı’nın dayattığı/sunduğu yeni metafiziğe karşı dinlerini, tarihlerini, kültürlerini yeniden yorumlamaya/kurgulamaya başlamışlardı bile.
Lakin Batı dünyası iki savaş sonrası sıkıntı sürecini kendi lehine çevirmeyi bildi. Çünkü muhtemel karşıtları ortak bir dilde birleşemedikleri gibi ortak bir hafızaya da sahip değillerdi. Dolayısıyla bir metafizikleri/ hayat/dünya görüşleri söz konusu değildi. Hatta karşıtlarının bu durumu onlara hareket ettirici ve hızlandırıcı bir boyut da kazandırıyordu.
20. yüzyılın ikinci yarısı kapitalizmin liberalizme, liberalizmin tüketim kültürüne evrildiği bir dönem oldu. Son üç yüz yıldaki hızlı değişim 20-30 yıl içinde daha da hızlı bir biçimde kat ediliyor, değişim, dönüşüm, hız, tüketim, görüntü, imaj içinde yaşanılan zamanın temel parametreleri ve belirleyici “itikadi” kavramsal çerçevesi oluyordu. Batılı insan var olmayan ama varmış gibi olan, görünmeyen ama görüntüleşen, gerçekliği olmadığı halde gerçekmiş gibi her şeyi belirleyen yeni bir “metafizik” oluşturuyordu görüntü ve mekanizm üzerinden.
Modern süreçte gayba, aşkın olana, görünmeyene inanma “ilkel” bir hal ve durum olarak nitelenirken, göz, görme, düşünme, bakma, görüntü, temsil, gösteri, gösterge vb. kavramlar yeni anlamlarını giyinmeye başladı. Bir tecelli ve tezahür ekseninin kaynağıyla bağları kopartıldı. Bizatihi imge, iz, gösterge, görüntü gerçeklik kazanmaya başladı. Görmediğine inanmayan insan tipi ortaya çıktı. Görme düşünmenin hatta var olmanın temel ortamı oldu.[1] Modernite bakışı denetim altına almadan[2] Tanrının kovulmasının bir anlamının olmayacağına vurgu yapıyordu. Bakışı denetim almanın en önemli yolu ise kameranın keşfiydi.[3] Silverman’a göre modern insan bir göz ve nazar sahibi olarak bakamaz. Çünkü onun gözü artık kameradır. Manzara da bir kurgudur, hatta buna göre kurgulanmıştır. Dolayısıyla bakan ben olmadığım gibi baktığım da gördüğüm değildir. Öyleyse bir fotoğrafa bakan, bir filmi izleyen, bir manzaraya bakan “seyirci” değildir. O da üretilmiş bir seyirci ya da “izleyici”dir. Artık bu bağlamda görüntü, kamera, video, fotoğraf insanın ne’liğini, kim’liğini belirlemektedir. Herkes ve her şey görüntüleşmek için çırpınmaktadır. Meseleye bir başka bağlamdan bakan Sartori ise homo sapiens yani bilen insanın yerini artık homo videns gören insan aldı diyerek olaya başka bir katkı sunar.[4]
Görüntü, gösteriş, görme, göz, iktidarı/gücü tanımlıyordu. Beden/insan nesneye dönüşürken, her şey görüntü olduğu oranda vardı bu yeni dönemde. Yeni tanrısallık diyeceğimiz bu durum aslında Tanrıyı kovan insanın tanrılık rolüne soyunması olarak da nitelenebilir. Dünyayı rasyonalize ederek kontrol ediyor, barbar ve vahşi gördüğü, boyun eğdirdiği tabiatı ehlileştiriyordu. Aydınlanma her şeyi “aydınlatarak” imaj, simülasyon, dijital, görüntü, temsil haline getiriyor, her şeyi açığa çıkarıyor, gaibi ve gizliliği yok ediyor, yok sayıyordu.
19. yüzyılın sonlarında keşfedilen fotoğrafla birlikte Batı dünyasının görünürlük bağlamı kökünden değişti. Fotoğraf, ses kaydı, görüntü kaydı ekseni diyebileceğimiz süreç, bir zaman dilimini, tarihi, mekânı arşivleme ve biriktirmenin de ötesinde imkânlar sunmaya başladı. Bu unsurların reklam sektöründe kullanımıyla birlikte yeni yeni “algılar ve imajlar” dünyaları oluşmaya başladı. Bu dönemde “gösterilmeyen ve görüntülenmeyen hiçbir şey görünür değildir ve görünür olmayan da var değildir” ilkesi adeta slogan haline geldi. Baudrillard’ın deyimiyle simülasyon gerçeğin yerini aldı ve gerçekten daha “gerçek” olarak benimsendi.[5] Bu durumda herhangi bir rasyonalite veya metafizikten söz edebilmek mümkün değildir. Çünkü gerçek bir daha asla dönmeyecektir; mış veya miş gibi olmak/yapmak insana sahip olma duygusunu vermektedir.[6] Bir başka eserinde de görüntünün egemenliğinden söz eden Baudrillard geçmiş müzeleştirilerek anlamından ve bağlamından soyutlanarak görüntü haline getirilirken, insanların da bizatihi kendini gösterme iştiyakıyla ben görünürüm, ben görüntüyüm diye çabaladığının altını çizer.[7] İnsandaki bu makineleşme ve mekanikleşme iştiyakı elbette ki zihin dünyası ve oluşturmaya çalıştırdığı yeni metafiziği ile doğrudan alakalıdır. Bundan dolayı da insan makineleştiği için sanal olan artık insanı düşünmekte, tanımlamakta ve belirlemektedir.[8] Sanal olanın bizi böylesine düşünmesi, belirlemesi ve benimsemesinin nedeni ise insanın kendini aşan gerçeklik duygusunu yitirip gerçekliği kendisine indirgeyerek görüntü olmayı kabul etmesi ile ilgilidir.
Tam da bu anlamda Guy Debord’un dediği gibi toplum ve mekân bir gösteri alanına dönüştü ve bir gösteri toplumu oluştu. Bir iz veya gösterge ya da temsil asıl olanın yerini aldı.[9] Teşhir, yaşanan sürecin ana kavramı haline geldi. Artık herkes imajını arıyor, imajının peşinden koşuyor, bunun için nefes alıyor bunun için hayaller kuruyordu. Çünkü görüntü kendinin dışında bir şeyin görünmesini istemediği gibi, gösteri de kendinden başka bir şeye varmak istemiyordu.[10]
Bu bağlamda mutlak olan her şey tarihselleşirken, görüntü ve gösteri kendi kutsalını üreterek zamanı, mekânı ve dünyayı metalaştırmaktadır. Gösteri veya imajın olduğu yerde dış dünya ile ilişkiye gerek bile kalmamaktadır.[11] Bir bakıma insan ve toplum görüntü ve gösteri haline gelerek dünyanın içinden çıkmaktadır. Nitekim bugün dünya, kent, mekân dediğimiz şey bir imajdan ibarettir. Ekranlarda görüntü olarak izlediğiniz bir savaş, cinayet, fuhuş vb. ahlaksızlık ve kötülükler birer görüntü olduğu için insanı gerçeklikten uzak tuttuğu gibi, görüntüler ve gösteriler vasıtasıyla insanı ve toplumu bunlara alıştırarak gerçekliğini yok etmekte, insanı ve toplumu duyarsız hale getirmektedir.
Batı düşüncesi tıpkı aklı (ratio) ve insanı (hüman) “keşfettiği” gibi görüntüyü (imaj, simülasyon) de “keşfetti”. Belki buna keşif değil yaşanan düşünsel ve kültürel sürecin zorunlu sonucu da denilebilir. Rönesans sürecinde üretilen yeni akıl kendinden önceki geleneksel bütün akıl teori ve düşüncelerini yok ettiyse, hümanizmle birlikte üretilen insan kendinden önceki insan telakkilerini bertaraf ettiyse 20. yüzyılın başında fark edilen ama özellikle iki savaştan sonra bir sihir ve büyü gibi imdatlarına yetişen görüntü, görünen başta olmak üzere, tüm görme, bakma, gösterme biçimlerini de yok etti. Bu anlamda, video ve fotoğraf başta olmak üzere yeni dünya tasarımı, yeni “öte” tahayyülü ve yeni insan imajı açısından yegâne belirleyici unsurlar oldu.
Öyleyse başta fotoğraf olmak üzere görüntüleştirme vasıtası olan her şeyi imajından, görüntüsünden kurtararak simüle bir bağlamın ötesini düşünmek ve ötesine geçmenin imkanını sorgulamak durumundayız. Şüphesiz ki bunun için de imajını ve görüntüsünü arayan insan ve toplum tasavvurundan kurtulmak gerekiyor. İnsan ve toplum kendi gerçekliğinde ancak kendini ve içinde yaşadığı toplumu bilebilir. Kendini bilen insan ise ne imajını ne de görüntüsünü düşünür. Kendi muhayyilesinde yaşamak insan için bir imkân alanıdır ancak başkalarının muhayyilesini hayal etmek, başkasının tahayyülünde yaşamaya çalışmak insanı gerçeklikten koparır ve yok eder. Öyleyse her şeyin insanın kendine ait bir düşünün olmasıdır. Bu da ondaki ferdiyetin mümkünlüğü ile ilgilidir.
[1] Rudolf Arnheim, Görsel Düşünme, Çeviren, Rahmi Öğdül, Metin Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2015, s.34
[2] Kaja Silverman, Görünür Dünyanın Eşiği, Çeviri: Aylin Onacak, Ayrıntı Yayınları, 1.Baskı İstanbul, 2006, s. 14
[3] Silverman, s. 15 Ona göre modern anlamda bakmak, bir imgeyi kültürel yönden önemsiz bir nesneyi libidinal yankıya sahip bir nesne durumuna getirebilen ve kültürel yönden önemli bir nesneyi değersiz kılabilir.
[4] Giovanni Sartori, Görmenin İktidarı, Çevirenler, Göl Batuş-Bahar Ulukan, Karakutu Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2004, s. 11
[5] Jean Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, , Çev. Oğuz Adanır, Dokuz Eylül Yayınları, 1. Baskı, İzmir, 1998, s.11
[6] Baudrillard, Simülakrlar ve Simülasyon, s.13 Feurbach’ın da 1843 yılında Hırıstiyanlığın Özü’nde dediği gibi bu çağ görüntüyü görünene, kopyayı asla, temsili gerçekliğe, görünümü varlığa tercih eder.
[7] Baudrillard, Tam Ekran, Çev. Bahadır Gülmez, Yapı Kredi Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2001, s. 19
[8] Baudrillard, Tam Ekran, s. 93
[9] Guy Debord, Gösteri Toplumu, Çev. Ayşen Ekmekeçi-Okşan Taşkent, Ayrıntı Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 1996, s.13
[10] Debord, s.17
[11] Kevin Robins, İmaj, Çev. Nurçay Türkoğlu, Ayrıntı Yayınları, 1. Basım, İstanbul, 1999, s. 67