Sinemanın icadı için genel olarak kabul edilen tarih 1895 senesidir ve o yıldan itibaren sinema dünyanın her yerine çok kısa bir süre içerisinde sirayet etmiştir. Örneğin II. Abdülhamid’e ve saray ahalisine Yıldız Sarayı’nda, bir hokkabaz tarafından film gösteriminin gerçekleştirilmesi sinemanın icadından çok kısa bir süre sonra cereyan etmiştir. Bu durum sadece Osmanlı Devleti ile ilişkili olmadığı gibi dönemin önemli Fransız şirketlerinin dünyanın birçok yerine kameramanlarını göndererek kayıt aldıkları ve film gösterimleri düzenledikleri bilinmektedir. Sinema güçlü bir biçimde yaygınlık göstermeye başlamış olsa da 20. yüzyılda dünyanın içinde bulunduğu ekonomik ve politik koşullar nedeniyle yalnızca Amerika’da büyük bir endüstri haline gelmiştir. 1920’lerde Alman Dışavurumcu sinemasının büyüklüğü, UFA’nın dünyanın önde gelen film stüdyolarından biri olması da bu durumu değiştirmemiştir. Çünkü Almanya’yla birlikte tüm Avrupa’nın Amerika’ya oranla II. Dünya Savaşı’nın etkilerini daha yoğun yaşaması, Avrupa film endüstrisine ciddi ölçüde zarar vermiştir. Söz konusu Türkiye olduğunda ise uzun yıllar boyunca birçok farklı etmen nedeniyle sinemanın istenilen seviyelerde bir ekonomik hacme sahip ol(a)madığı, ancak Yeşilçam dönemine gelindiğinde ekonomik açıdan çok karlı bir sürecin başladığı söylenebilir. Yeşilçam döneminin de 1970’li yılların ortasından itibaren ekonomik değerini kaybettiği ve eğlence sektörü olarak yerini yavaş yavaş televizyona bıraktığı görülmektedir.
Tüm dünyada sinemanın, endüstriyel ve ekonomik açılardan karlı bir “iş” (business) olarak kabul edilmesi hemen gerçekleşmemiş, aksine uzun bir sürece işaret etmektedir. Bu bağlamda sinemanın tarihsel açıdan konumlandığı ilk yer “basit gündelik eğlence”dir. Ayrıca sinema, film izlemek için uygun mekanların/salonların olmaması, seyir kültürünün henüz oluşmaması, film uzunluklarının sadece birkaç dakikadan ibaret olması nedeniyle pek kıymet görmemiştir. Sadece film izlemek için oluşturulan salonların varlığı, Amerika’daki adıyla “movie theaters”, ancak 1920’ler sonrasına denk gelmektedir. Endüstriyel ve kültürel açıdan sinemanın dünya ölçeğinde konumlanması ve değer görmesi 1920’ler sonrasına, özellikle de 1930’lara tekabül etmektedir. Sinemanın bu tarihten itibaren endüstriyel ve kültürel anlamda kabul edilmesinin birinci nedeni film sürelerinin uzamasıyken, ikinci nedeni ise film izlemek için oluşturulmuş salonların varlığıdır. Film süreleri uzadığı için insanları sadece film izleme eğlencesi etrafında toplamak ve art arda birkaç film göstermek mümkün olmuştur. Böylece sinema başka bir eğlencenin, gösterinin ve müzikli şovların parçası olmaktan çıkarak müstakil bir yapıya ulaşmış, bir endüstri ve kültür alanı olarak konumlanmaya başlamıştır. Ancak bu tarihsel durumun Amerika’ya özgü olduğu ve dünyanın farklı bölgelerinde farklı tecrübelerin yaşandığı unutulmamalıdır.
Söz konusu Türkiye olduğunda ise çok uzun yıllar boyunca tiyatronun ve tiyatrocuların, özellikle de Muhsin Ertuğrul’un, egemenliği altında kalmış bir sinema tarihinden bahsetmek mümkündür. Türk sineması dönemlendirmeleri açısından hem Alim Şerif Onaran’da hem de Nijat Özön’de olduğu gibi literatürdeki birçok çalışmada da kabul gören genel tavır, uzunca bir dönemi “Tiyatrocular Dönemi” olarak adlandırmak ve tek bir isme referans vermektir: Muhsin Ertuğrul. Bu durum ister istemez sinemasal üretimin kısıtlı kalmasına ve Ertuğrul’un yazın tiyatroların kapalı kaldığı dönemlerde, yani tiyatrodan arta kalan zamanda sinemayla ilgilenmesine neden olmuştur. Bununla birlikte Türkiye Cumhuriyet’inin yeni kurulmuş olması ve ekonomik zorluklar sebebiyle sinemanın endüstrileşemediği, hatta başlangıç aşamasına bile gelemediği söylenebilir. Bu süreçte seyir, seyirci, üretim ve dağıtım gibi unsurları açıklamak da pekte mümkün değildir.
Türk sinemasında bir diğer ilginç taraf ise dönemin Sovyet Sineması’nda olduğunun tam aksine sinemanın ideolojik ve kültürel açıdan yönlendiriciliğinin fark edilmemesi ve politik bir güç olarak değerlendirilmemesidir. Sovyetler’de sinemanın belirli bir yaşama ve düşünme biçimini hem imal etme hem de sunma noktasında sahip olduğu güç 1930’larda bilinmekte ve Kuleşov, Vertov, Pudovkin, Eisenstein gibi yönetmenlerce kullanılmıştır. Sovyet Sinemasında sosyalist değerler ve işçi sınıfına ait göstergelerin yoğun bir biçimde kullanıldığı, devletin politik konum alışına göre dönemsel farklılıklar söz konusu olmakla birlikte Amerika’da kapitalist ve liberal değerlerin yüceltildiği görülmektedir. 1930’lar ve 1940’ların Mussolini İtalya’sında, Yeni Gerçekçilik sinemasının var olmasına kaynaklık teşkil edecek kadar güçlü bir biçimde “Beyaz Telefon Filmleri” (white telephone movies) çekilirken, Türkiye’de bu ölçekte bir durum yaşanmamıştır.
Türk sineması açısından endüstriyel emareler, en azından sinemanın ekonomik açıdan karlı bir iş sahası olarak görülmesi, 1950’lerin ortalarında başlayıp 1970’lerin ortalarına kadar sürmüştür. Bu evreye geçişi sağlayan en önemli adımlardan bir tanesi 1948 tarihli resmî gazetede belediyelerin yerli filmlerden aldığı eğlence rüsumunda yabancı filmlere nazaran yarı yarıya indirim yapılacağının yayımlanmasıdır. Bu durum yerli film üretimini ve gösterimini çok avantajlı bir hale getirmiş ve yerli film üretimi çok kısa sürede artış göstermiştir. Film çekmek için çok büyük yatırımlar yapmayan ve Beyoğlu’nun Yeşilçam Sokağı etrafında kümelenen tüccarlar seri şekilde film çekmeye başlamışlardır. Yaklaşık olarak 20 yıla tekabül eden bu süreç, sinema endüstrisinde yerli üreticilerin/filmlerin hakimiyeti altında geçse de gerçek anlamıyla sinema endüstrisi oluşturulamamıştır. 1970’li yılların politik açıdan karmaşık süreçleri Türk sinemasını doğrudan etkileyerek film üretimine ciddi zarar vermiş ve uzun yıllar boyunca film üretiminde ve gişe gelirlerinde Yeşilçam dönemine yaklaşılamamıştır. 1970’lerde televizyonun seyir kültürüne dahil olması ve 12 Eylül 1980 darbesi ile Türk sinemasının sürdürdüğü son ekonomik çaba da yok olmuştur.
1948’den beri yerli film üreticilerinin desteklendiği ve salonlarda “Yeşilçam filmleri”nin yayınladığı uzun bir dönem 1980’ler ile son bulmuştur. Türk sinema sektörü büyük bir krize girmesine rağmen “Warner Bros” ve “United International Pictures”, Türkiye’de film dağıtım işine girmiş ve zaman içerisinde Amerikan filmlerini gösterebilecek kalitede sinema salonu olmadığı gerekçesi ile sinema salonu işine de yatırım yapmışlardır. Bu yıllarda Türk filmleri hem üretim hem de dağıtım noktasında ciddi sıkıntılar yaşamıştır. 1980’lerin ortasından itibaren başlayan bu süreçte Amerikan sinemasının hegemonyasına rağmen seyirci sayısın da ciddi düşüşler yaşanmıştır. 1990’lar ise Türk sineması açısından hem en kötüye hem de kırılma evresine işaret etmektedir. Alışveriş merkezlerinde çok daha konforlu yeni salonların açılması, ses ve görüntü kalitesinin teknolojik açıdan gelişmesi ve televizyonun yeniden izleme alışkanlığı sağlaması gibi unsurlar nedeniyle sinemaya dönük ilgi artmıştır.
2000’li yıllarla birlikte Türk sinema sektöründe olumlu ortam gittikçe artmıştır. Hatta dünyanın birçok ülkesinde yabancı filmler, özellikle de Hollywood filmleri yerli filmlerden daha çok izlenirken, Türkiye’de tersi bir durum yaşanmıştır. Yerli filmler genellikle sektörün içerisinde daha fazla pay sahibi olmuştur. Bu bağlamda “Box Office Türkiye”nin 2012 yılından itibaren sunduğu verilere bakmak yeterli olacaktır. 2012 senesinde Türk sinemasının yıllık gişe geliri, 425 milyon TL civarındayken 2019’da 980 milyon TL’ye ulaşmıştır. Seyirci sayısı, 45 milyon civarından 70 milyona kadar çıkmıştır. Film üretim rakamları da 287’den 404’e kadar yükselmiştir. Pandeminin etkisiyle birlikte seyirci sayısında 2020 yılından itibaren çok ciddi düşüşler gözlenmesine rağmen, sinema sektörü açısından üretimin sadece sinema salonları ile kısıtlı kalmadığı ve dijital platformların da üretime katkı sunduğu unutulmalıdır. Klasik seyir ve salon biçiminin, özellikle de dijital platformlar ile değişiminin hızlandığı görülmektedir. Buna rağmen sinema, eğlence, endüstri ve kültür alanı olarak hayatiyetini sürdürmekte; hatta pandemi sürecinde sinema salonlarının kapalı kalması, endüstrinin daha farklı bir iş ve seyir biçimi geliştirmesine katkı sunmaktadır. Sinema endüstrisi salonlarda zarar görse de dijital platformlar açısından çok verimli, karlı ve üretimin arttığı bir süreci yaşamaktadır. Kısaca pandemi süreci, sinema endüstrisinin değişen koşullara, taleplere ve seyir biçimlerine nasıl uyum sağlayarak ayakta kalabildiğini göstermektedir.
Bunlarla birlikte yerli filmlerin Türk seyircisi tarafından ilgi gördüğünü anlamak için seyirci rekoru kırmış filmlere de bakmak mümkündür. Seyirci rekorunda ilk sırada 2017 senesinde yayına girmiş ve 7,5 milyon civarında seyirci tarafından izlenmiş yerli bir film olan “Recep İvedik 5” yer almaktadır. Seyirci rekor kaydının 1989 yılından beri tutulduğu listede 30.’lukla en yukarıda yer alan yabancı film ise 2015 senesinde yayınlanmış “Hızlı ve Öfkeli 7”dir. Tüm zamanların seyirci rekorları listesinin ilk 29 filmi tamamen yerli filmlerden oluşmaktadır. Türk sinemasında en yüksek seyirci sayısına ulaşan ilk 100 film içerisinde sadece 13 tane yabancı film vardır ve geriye kalanların tamamı yerli filmlerden oluşmaktadır.
Sonuç olarak seyirci sayısı ve gişe gelirleri incelendiğinde yerli filmlerin sektördeki hakimiyeti çok açık bir biçimde görülmektedir. Ancak Türk sinemasında dil, anlatı biçimi ve sinematografik unsurların “buraya” özgü kullanımlarına pek sık şahitlik edilmemektedir. Türk sinemasının içerik ve biçim itibariyle Amerikan sinemasının ve film yapma biçiminin etkisi altında kaldığı söylenebilir. Bundan ötürü uzun vadede Türk sinemasını destekleyecek ana unsur, yerli filmlerin ve elbette seyircinin popüler/ana akım biçimlerden uzaklaşarak daha özgün biçimlere ve farklı sinema dilleri üzerine odaklanarak sinemaya yeni bir “yer” arama gayreti olacaktır.