27 Şubat 1863 yılında Sultan Abdülaziz tarafından açılışı yapılan Sergi-i Umumî-i Osmanî ile birlikte, Osmanlı’da ilk defa kamuya açık bir sergi/fuar düzenlenmiştir. Bundan yaklaşık 160 yıl önce gerçekleşen bu etkinlik uluslararası düzeyde ilgi görmüş ve 5 ay süren sergi yaklaşık 150 bin kişi tarafından ziyaret edilmiştir. 19. yüzyılın ortalarına denk gelen bu sergi kapsamında ilk defa Osmanlı ressamları da eserlerini halk nezdinde görücüye çıkarmıştır.
Bu çapta bir sergiye duyulan ihtiyaç, artık batı ülkelerinde yaygın hale gelmeye başlayan bir kültürün yansımasından başkası değildir. 18. yüzyılın ilk çeyreğinde Fransa Güzel Sanatlar Akademisi eserlerini topluma açık bir şekilde sergilemeye çoktan başlamıştır. Bu gelenek önce İngiltere’ye sonra diğer Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Bir ülkenin gücünü göstermesi bakımından özel bir öneme sahip fuarlar ise, İngiltere’de 1851 yılında ortaya çıkmıştır. Bu bakımdan Osmanlı’da gerçekleşen fuarın, muadillerini yakından takip ettiğini söylemek yanlış olmamaktadır.
Bu tarihten sonra Osmanlı’da sanat eserlerinin sergilenmesi yavaş da olsa başlamıştır. Osman Hamdi sanat eğitimine ayrı bir önem verirken, Şeker Ahmet Paşa da eserlerin sergilenmesi için çaba sarf etmiştir. Onun çabalarıyla 1873 ve 1875’te açılan sergiler, gazetelerde “Avrupa Başkentlerinde Açıldığı Gibi Dersaadet’te de Resim Sergisi Açılacak” başlığıyla verilmiştir. Kısaca “sergilemek” “batılılaşmak” ile kurduğu anlamlı ilişki ile bir değer ve meşruluk kazanmıştır. 20. yüzyıla girildiğinde ise artık asker ressamlardan farklı olarak Sanayi-i Nefise Mektebi’nde yetişen sanatçılar, her yıl düzenlenecek olan “Galatasaray Sergileri”ni başlatmışlardır. Sergi kültürü o kadar güçlenmeye başlamıştır ki aynı yıllarda Türk-İslam sanatları alanında eğitim veren Medresetü’l-Hattâtîn bile tatile girdiği Ramazan aylarında okul bünyesinde sergi açmayı bir gelenek haline getirmiştir. Böylece sanat alanında sergi, göstermek ve sunmak; öte taraftan bakmak, değerlendirmek ve eleştirmek Avrupa payitahtlarında olduğu gibi bizde de yaygın hale gelmiştir.
Yapılmış ama kimseye gösterilmemiş bir eser aslında yok hükmündedir; sunulduktan sonra tamamlanmış olur. Bu sebeple sergi, sanatın kendisi yoluyla tanındığı bir araçtır. Fakat burada araç ile kastettiğimiz şey, İngilizce ifade ile “medium”dur. Marshall Mcluhan’dan beri biliyoruz ki (The medium is the message.) araç, mesajın ta kendisidir. Öyle ise sergilemek bir taraftan eserin varlığını tescillerken, diğer yandan anlatılmak istenen bir mesaj haline gelmektedir. Böylece sergilemek, eserden bağımsız olarak bir bağlama kavuşur ve kendi nesnelliğini kazanır. Bu sebeple Türkiye’nin 1863 yılında başlayan sergi tarihine bakıldığında onu tasnif etmek, dönemlere ayırmak ve her bir dönemde verilen mesajları yakalamak mümkündür.
Osmanlı’da tanışılan sanat eserlerinin sergilenmesi, Cumhuriyetin ilanından sonra ayrı bir önem kazanmıştır. Tek partili dönemde çağdaşlaşma fikri ve toplumun tepeden inme devrimlerle Batılılaştırılmak istenmesi, sergilerin içerdiği temel mesajı oluşturmaktadır. 1933 yılında başlayan “İnkılap Sergileri”, adından da anlaşılacağı üzere, Cumhuriyet devrimlerinin resim ile anlatılmasını hedeflemiştir. Yine Köy Enstitüleri ve Halk Evleri’nde yapılan sergilerde amaç devrimleri anlatmak, toplumu Batılı sanatlarla buluşturarak ve kültür seviyesini yükseltmek olmuştur. Sergilemek, hem ülkenin Batılılaştığını gösteren bir sembol hem de toplumu eğitme aracı olarak görülmüştür.
Çok partili döneme geçildiğinde sanatın üzerinden devlet denetimi kalkmış, böylece sanat sivil alanda kendi yolunu bulmaya çalışmıştır. Bu sebeple 1950’lerde özel galerilerin açılmaya başlanması tesadüf değildir. 1970’lerde sanat bir yatırım aracı olarak sermaye sahipleri tarafından keşfedildiğinde, galericilik ve sergileme de ayrı bir önem kazanır. Fakat bu dönemde sanat eserine yatırım yapan üst sınıflar henüz sanat alanında etkin durumda değildirler. Henüz sanatın nasıl olması gerektiğine karar vermiyorlardır. Edilgen durumdadırlar ve özellikle eski sanatçıların ya da Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki büyük hocaların eserlerine yatırım yapmayı tercih ederler. Sergilemenin toplumun belirli bir kesimini hedef alan ticari bir eylem haline dönüştüğü bu dönemde, burjuva ile hesaplaşmak isteyen sol düşünce için bu mücadele edilmesi gereken bir şey haline gelmiştir. Bu sebeple zaman zaman burjuva eğlencesi olarak görülen galeriler sol örgütler tarafından basılmıştır. Üstelik sol düşünce için sergilemek, eskiden olduğu gibi ideolojik ve öğretici olmaya devam etmelidir. Bu sebeple Güzel Sanatlar Akademisi’nde Mobil Oil bir sergi açmak istediğinde, salon işgal edilerek buna müsaade edilmemiştir. Böylece sergilemek ya da sergiletmemek ideolojik bir konum alma ve sembolik bir duruş olarak görülmüştür.
1980 yılında gerçekleşen darbeden sonra serbest piyasa ekonomisine geçilmiş ve sanat ile sermaye arasındaki bağlar daha da güçlenmiştir. Yine seksenlerin sonlarına doğru bienaller ile birlikte uluslararası sanat piyasasına girmenin önü açılmış, bu ise sanatçıların ülke içindeki değerini yükseltmiştir. Sanat piyasası geliştikçe, büyük yatırımcıların iştahının daha çok kabardığını ve sponsorluklar aracılığıyla kültür sanat alanına hakim olduklarını görmek mümkündür. 1970’lerde yatırım olarak başladıkları sanat eseri satın alma işinde, artık etken bir konuma yerleşmişlerdir. Bu tarihlerden itibaren büyük şirketlerin sanat piyasasına yatırımlar yaptıkları, kendi galeri, müze ve sanat evleri ile sergileme işini de tekellerine aldıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Sergilemek sadece göstermenin ötesinde eserin değerini belirleyen bir unsur haline gelmiştir. Bir eser büyük şirketlerin galerilerinde sergilendiğinde kendi değerini arttıran bir döngüye girmiş olur. Normal sanat meraklısı için mekana yüklenen kalite; “değerli olmasa burada sergilenmez” düşüncesini üretirken, aynı eserle ilgili ihtisas sahipleri için “değeri arttırılmak istenmese burada sergilenmez” fikrine dönüşür. Bu ise yatırım yapıldığında yüksek kar elde edilecek yeni bir ürün yakalamak demektir. Sergilemek kendi başına değer üretici bir güce ulaştığında, neyin sergileneceğini belirleyen büyük sermaye galerileri, sanat alanında otorite haline gelmiş olmaktadırlar.
Bu anlattıklarımız Türkiye’de çağdaş olarak isimlendirilen Batılı sanatlar için geçerli bir hikayedir. Ele aldığımız bütün bu dönemlerde geleneksel ve Türk İslam sanatları olarak tasnif edilen sanatlar, bir sonraki kuşağa aktarılabilmenin sancılarıyla uğraşmışlardır. Nihayetinde doksanlardan sonra görücüye çıkmaya başlayan bu sanatlarımız için sergilenmek, “var olmak”, “kaybolmamış olmak”, “hala yaşıyor olmak” gibi anlamlara gelmiştir. Belediyelerin bünyesinde yaygın eğitim kurslarının yıl sonu sergileri yerini zamanla İslami finans kurumlarının desteğinde yapılan nispeten daha büyük organizasyonlara bırakmıştır. Türk-İslam sanatlarının son yıllarda gittikçe güçlendiğini görmek mümkündür. Bu da sergilerin çoğalması, sergilerde çeşitliliğin artması ve daha büyük organizasyonlarla sunulmasından anlaşılabilir. Mesela ilki 2018 yılında yapılan Yeditepe Bienali gibi etkinliklerle birlikte artık sergi, bu sanatlar için varlık meselesi değil, kendi potansiyelini keşfetme çabası haline gelmiştir.
Sergi, gösterdiği eserlerden bağımsız olarak mesajın kendisidir. Bununla birlikte artık serginin kendisi de bir dönüşüm içindedir. Özellikle Covid-19 salgını sonrası toplum ile arası açılan sanat eserleri, müze ve galerilerin eserlerini dijitale aktarması, müzayede ve satışları online haline getirmesi ile birlikte yeni bir sergileme biçimine kavuşmaya başlamıştır. Artık insanlar eserlerin önüne gitmek yerine, eserlerin dijitale aktarılmış yüksek çözünürlüklü halleri, insanların telefon ve tabletlerine gelmektedir. Müzeler sanal olarak gezilmekte, eserlerle ilgili bilgi bir rehbere ihtiyaç duyulmadan video platformlarından dinlenmektedir. Fakat teknoloji serginin yeni aktarılma biçimi olduğuna göre, aracın aracı olarak serginin mesajını gölgelemekte ve kendi mesajını bizlere ulaştırmaktadır. Buna bir de hiç fiziksel varlığı olamayan dijital sanatların bir anda patlayan piyasası NFT’yi de eklersek, mesele daha da karmaşık hale gelir. Biricikliği olmayan dijital eserler, elektronik bir sertifika karşılığında milyonlarca dolara satılabilmektedir. Böylece sonsuz kopyası olan eserin kendisi değil, sahip olduğu imza bir değer taşıyıcısı haline gelir.
Gelecek ise sergilemek konusunda daha fazla muğlaklığı içermektedir. İnşa edilmekte olan Metaverse ile birlikte üretilen sanal dünyalarda belki de beğenilerimizle şekillenen algoritmalarla herkes için farklılaşan ya da kişiselleşen sergi biçimleri ile yapay zekaların küratörlüğüne teslim olabiliriz. Böylece sanat eserinde kaybolan mana ve metalaşmanın ardından sergilemek de bir mesaj olmaktan çıkacaktır. Henüz yeni gelişmeleri uzaktan takip eden Türkiye için ise, 160 yıllık sergileme kültürünün dünya nereye giderse o tarafa doğru yöneleceğini tahmin etmek ise çok da güç değildir.