Edebiyatımızın ve düşünce hayatımızın en önemli yayınlarından biri olan Dergâh Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni Şair Ali Ayçil ile görüştük. Türkiye’nin toplumsal yaralarına, şiirin ve düşüncenin durumuna dair ufuk açıcı tespitleri ve önerileri oldu. Nazik ev sahipliği ve derinlikli cevapları için kendisine çok teşekkür ederiz.
Türkiye’nin en önemli şairlerinden ve mütefekkirlerinden biri olan Sezai Karakoç geçtiğimiz günlerde vefat etti. Bir şairle konuşurken önce buradan başlamak lazım diye düşünüyorum. Sezai Karakoç’un vefatının ardından ne söylemek istersiniz?
Öncelikle tabii bazı insanlara biz gerçekten alışıyoruz ve onların hayatımızda bıraktığı boşluk çok derin oluyor. Sezai Bey’in -yaşarken gördüğümüz ve görmekten onur duyduğumuz büyük şairin- göçü hayatımızda derin bir boşluk bıraktı. Zaten bu tür insanların etkilerini biraz da bıraktıkları boşluktan anlarız.
Hiç kuşkusuz Sezai Karakoç birçok açıdan çok önemli bir isimdi. Bunlardan en önemlisi şiirdir. Türk şiirinin en önemli şairlerinden birisiydi. Gerçekten de Sezai Bey şiirimize önemli katkılar sağlamış, kendi tarzını, kendi şiirsel serüvenini Türk şiir tarihine yazdırmış bir isim. Ve modern bir şair, burası önemli.
İkincisi bir düşünce adamı ve Osmanlı’dan kalan bu büyük hikâyenin halihazırdaki durumu üzerine ciddi derecede düşünmüş ve tarihi yeniden toparlamak için neler yapılması gerektiği üzerine kafa yormuş bir isim. Böyle bir dava adamlığı yönü var.
Bir de tabi Sezai Bey’in kişilik özelliği var. O da şu; Sezai Karakoç hayatı boyunca mülkiyet ilişkilerine ve iktidar ilişkilerine mesafeli durmuş bir isim. Biz onun hayatından da bazı dersler çıkarıyoruz, çıkarmalıyız. Çünkü mülkiyet mutlak manada bozar. İktidar da mutlak manada bozar. Bundan dolayı gerçekten biraz dervişane duruşları olmazsa, bu insanların söylemleri hayatları tarafından doğrulanmadığı için tesirleri de olmaz. Biz Sezai Bey gibi adamlara niye inanıyoruz? Söyledikleri gibi yaşayan insanlar olduğu için. Ben öyle bir paylaşımda da bulundum. İktidarın albenisine ve imkanlarına daima mesafe koymuş ve kendi sınırlarını kendi yolunu ısrarla takip ettiren dava adamı neslinin son kuşağında. Artık bu tür adamların sayısı gittikçe azalıyor.
“Sezai Karakoç hayatı boyunca mülkiyet ilişkilerine ve iktidar ilişkilerine mesafeli durmuş bir isim.”
Türk şiirine, Türk düşüncesine ve hatta edebiyat eleştirisine yaptığı katkılardan dolayı Sezai Bey’e çok şey borçluyuz. Onun edebiyat yazıları da çok önemlidir. Bundan dolayı yeni kuşakların Sezai Bey’i sadece ideoloji bağlamında değil, bir düşünce biçimi ve şiir kurma yöntemi olarak da gözden geçirmelerinde fayda var diye düşünüyorum.
Son dava adamlarından biri olduğunu söylediniz. Türkiye’de özellikle İslamcı düşüncenin şiir üzerinden ilerlediğini, kamuoyunun da en çok şairleri izlediğini görüyoruz. Sizce bu kanaat doğru mu? Türkiye’de İslamcı düşünce gerçekten şairler üzerinden mi ilerliyor? Eğer böyleyse bu duruma nasıl bakmak gerekir?
Sadece İslamcılık değil, Tanzimat’tan sonra entelektüel ve düşünsel faaliyetlerin önemli bir kısmı şairler üzerinden yürüdü çünkü Osmanlı aydın sınıfında şiir entelektüelliğin birinci vasfıydı ve bu sürdü. Cemal Süreya bile “Ben gazetede köşe yazarı olurum diye şiir yazmaya başladım ama sonradan bunun böyle olmadığını anladım” diyor. Şairlik Osmanlı entelektüelinin, aydınının bir anlamda merkezi fonksiyonu oldu. Bundan dolayı değişik niteliklerde ya da kalitelerde ama hemen hemen hepsi şair sayacağımız insanlardı. Ziya Paşa da şairdir, Şinasi de şairdir, baktığınız zaman Ziya Gökalp’in de şiirleri vardır. Yani birincisi Osmanlı entelektüelinin ana malzemesi, merkezi şiir olduğu için hemen hemen hepsi şiirle bir biçimde ilgilidir. En kötüsü bile birkaç beyit kurmuştur ve sadece yazma bağlamında değil okur olarak de şiir müktesebatı da entelektüel için bağlayıcıydı.
Modernleşme serüveninde doğal olarak bu az sayıda okumuş yazmış ve merkezinde şiir olan insanlar Türkiye’deki değişik fikir dünyalarının öncüsü haline geldiler. Bu da ilginçtir, mesela İslam dünyasında değişik yerlerindeki hareketler alim merkezliyken Türkiye’de sanatçı, şair merkezli. Biraz Latin Amerika’da da böyledir, benzerlikler var. Mesela hümanizmanın, bugün Türk solunun hatta Marksizminin, Kemalizmin merkez şairi Tevfik Fikret ve Nazım Hikmet’tir. Muhafazakâr mütedeyyin kesimlerin şairleri ise Mehmet Akif ve Necip Fazıl’dır.
Türkiye’deki siyasal çatışma aynı zamanda garip bir biçimde şairler üzerinden yürütülen çatışma oldu. Bundan dolayı yakın dönem Türk siyasal tarihi, yakın dönem Türk şiir tarihiyle de iç içe geçmiş durumdadır. Romancıların ve hikayecilerin daha pasif olduğunu görüyoruz. Mesela önderlik mevkiinde bir romancı görmüyoruz. Burada tabi sözlü geleneğin çok yüklü olduğu bir toplumda şiirsel sözün toplum üzerindeki tesiri de önemli. Biz mesela Mehmet Akif’in camilerdeki vaazlarında bolca şiir kullandığını hatta Safahat’taki bazı şiirlerinin bir vaaz gibi ele alındığını görüyoruz. Mesela Süleymaniye Kürsüsünden, Fatih Kürsüsünden gibi. Bu kanaate katılmanın ötesinde bunun bir vaka olduğunu düşünüyorum.
Şairler en nihayetinde daha duygusal, daha hassas, daha öfkeli, daha sevecen, daha coşkun; her anlamda “daha” kişiler. Onların öncülüğü düşüncenin ilerleyişi için riskli değil mi? Marjinalleşme getirir mi beraberinde?
Türkiye’de toplumsal hareketlerin gerek Marksizm gerek Müslümanlık gerek milliyetçilik bağlamında, düşünsel bir derinlik inşa edememiş olmalarının bir nedeni de manzume üzerinden hareket etmeleridir zaten. Yani, şiir demeyeyim ama manzume daha çok derinleşmeyi değil kenetlenmeyi amaçlar. Bundan dolayı da Türkiye’de şiirsel bir malzeme olarak söyleyeyim; manzumenin kitleler üzerindeki etkisi -ki bu Necip Fazıl’da çok barizdir- kitlelerin tarihi, toplumu ve özne olarak kendilerini analiz etmelerini sınırlandırmış ya da bu tür şeyleri yapanların kalitesini azaltmıştır. Bugün bir büyük Türk düşüncesinden hâlâ tam bahsedemiyorsak son 150 yılda bu manzumeci, kitleleri uyuşturucu tutumun çoğu zeki yeteneğin de gençliğini çalmış olmasındandır. Biz şairler diyoruz ama Türkiye, şiirin yolundan değil manzumenin yolundan yol aldığı için zihin olarak, özne olarak küçüldü ve beden olarak irileşti. Böyle bir tuhaf çelişkili bir şey ortaya çıktı.
” Bugün bir büyük Türk düşüncesinden hâlâ tam bahsedemiyorsak son 150 yılda bu manzumeci, kitleleri uyuşturucu tutumun çoğu zeki yeteneğin de gençliğini çalmış olmasındandır.”
Bunun bir yerde aşılması gerekli, sonuçta bir düşünce niteliği oluşturmamız lazım. Bunun için sizce ne olmalı? Mesela şu anda toplumsal kesimlerin helalleşmesi tartışılıyor. Öte yandan her kesimin kendi temel kaynaklarını ele alarak tekrar yorumlaması, kendisiyle hesaplaşması mümkün mü? Yani her geleneğin kendisi için belki de bayraklaştırdığı, hiçbir şekilde tartışmaya açmadığı isimleri irdeleyip, “böyle söylemiş ama aslında öyle değilmiş” demesi mümkün mü veya gerekli mi sizce?
Ben bunların -helalleşme de dahil- politik spekülasyonlar olduğunu, tarihin güncel ve geçici malzemeleri olduğunu düşünüyorum. Bunların böyle ne geçmişe yönelik bir başka türden bir bakış ne de geleceğe yönelik başka türden bir analiz içerdiğini zannetmiyorum. Dönemsel tartışmalar ve geçiyor.
Bir kere Türk Düşüncesi, Türk Sanatı, Türk Edebiyatı dediğimizde bu tür provokatif gündemlerin çok ötesinde bir şeyden bahsediyoruz. Kuşkusuz ilişkisi var, kanallar var ama öncelikle diyalektiğe ihtiyacımız var. Yani Türkiye’de, nasıl söyleyeyim, bir şeyin tersini düşünmenin çok tehlikeli olduğu zamanlarda yaşıyoruz. Yani aslında bunu bütün bir Tanzimat sonrasında yaşıyoruz. Oysa düşünce bir şeyin tersini düşünebilme özgürlüğüyle ancak gelişebilir. Yani bazı şeyleri Batı’dan bağımsız değerlendiremiyoruz.
Düşüncenin gelişimi, oluşumu, bunlar biraz da diyalektikle yani bir tez antitez zinciri içerisinde gelişiyor. Türkiye’de -geç modernleşmiş bütün periferi kenar toplumlarında olduğu gibi- düşünme dediğimiz şey Batı’ya eklemlenmeyle Batı’nın karşısında olmak gibi iki klişe mevzunun çeşitlendirilmiş halinden öteye gitmiyor. Doğal olarak bu iki düşünce de aslında temelde aynıdır ve ikisi de ne kadar alınacağıyla ilgilidir. Yani ne kadar sentez yapılabileceğiyle ilgilidir. Temelde karşı olan da Batı’yla ilişkilidir, yanında olan da ilişkilidir. Kısacası bizim bir merkez olma duygusuna ihtiyacımız var. Merkez olmaktan kastım bir Türk düşünürünün 21. yüzyılın başında dünyayı düşünüyor olması ve dünyanın onu kâle alıyor olması lazım. Bunu üretemediğimiz müddetçe dünyadaki düşünce iklimine dahil olamıyoruz. Bu da bence günlük hadiselerden çok üniversiteler, bilim, bilim yapma çeşidi ve bilimsel geleneğimizdeki bir kısım problemlerle ilgili daha böyle yüklü bir şey.
“Bizim bir merkez olma duygusuna ihtiyacımız var.”
Allah vergisi bazı adamlar çıkar, deha diyebileceğimiz… Deha tarihten destek almaz, güncelliğin iklimi onu etkilemez. Nietzsche gibi böyle birkaç deha çıkarsa bunlar gerçekten de toplum adına büyük şeyler yapabilirler. Onun dışında çok da dediğim gibi güncel politik mevzuların başka çeşit bir analizinin yapılması lazım, benim söylediğim bağlamda değil. Türk siyasi tarihi bence bir tiyatrodan ibaret. Yani bu tiyatro, bu sahnedeki şeylerin büyük bir kısmının aslında gerçekliği yok. Olmadığını da anlıyoruz.
Peki sorumu toplumsal bağlama çekerek açıyorum: Şu anda Türkiye’de hâlâ sokakta farklı kimliklerden olduğu anlaşılan iki kişi arasında bir gerginlik oluyor. Toplu taşımada, devlet dairesinde veya herhangi bir kamusal alanda böyle bu. Mesela bir mülteci için, bir Ermeni için, Alevi için, bir başörtülü için hâlâ kimlikten kaynaklanan sorunlar var. Bir kimlikte uzlaşabilmiş, anlaşabilmiş veya barışılabilmiş değil. Birincisi sizce bunun aşılması Türkiye’de mümkün mü? İkincisi mümkün olması için entelektüellerin, sivil toplumun ne yapması gerekiyor? Bu sadece bugünkü gibi siyasal gündem olduğunda konuşacağımız bir mesele mi yoksa Türkiye toplumu bu gerginliği sivil inisiyatiflerle -şairlerin katkısıyla, sivil toplumun çabasıyla- aşabilir mi?
Öyle zannediyorum ki Türkiye’deki politik aktörler bu tarz zıtlaşmalardan ciddi derecede kârlı çıktıkları için toplumdaki bu zıtlaşmaların belli düzeyde de olsa çatışmaya dönüşmeden sürmesini arzuluyorlar ve birbirlerine karşı muhalefetlerini de bu tür zıtlaşmalar üzerinden inşa ediyorlar, birincisi bu. Fakat bu tür zıtlaşmalar aynı zamanda toplumun birbirini anlaması, birbirini tanıması, birbirini “insanlaştırmasını” da engelleyen şeyler. Öyleyse siyaset ve ideolojik merkez toplumun insanlaşmasını engelleyen bir merkeze dönüşebilir. Yani insanlaşmadan kastım; öznenin bir başka özneyi önce bir özne olarak algılayabilmesi, onun varlığını önce bir insan olarak kabullenebilmesidir. Hani “hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen” diyor, inancı ne olursa olsun bütün insanların değeri konusunda bizim bir fikrimizin olması gerekiyor. Bizim başkalarına düşmanlığımız eğer çok kişisel nedenlerden kaynaklanmıyorsa -yani siyasal-ideolojik nedenlerle düşmansak- insana dair o temel şeyi yakalayamamışız demektir. Buradan da şu sonucu çıkarıyorum: Türkiye’de ciddi bir insanlaşma sıkıntısı yaşıyoruz. Mesela Anadolu irfanından bahsediliyor ama ben Anadolu’da böyle bir irfan görmüyorum. Müminlerin merhametinden bahsediliyor ama ben müminlerde böyle bir merhamet görmüyorum. Ya da ne bileyim hümanist Cumhuriyetçi insanlara bakıyorum, korkunç kinle dolular ve çok galiz küfürler ediyorlar insanlar hakkında. Öyle gözüküyor ki Türkiye’de bu tür meselelerden uzak duran bir avuç insanlaşmış insanla, siyasal olarak organize edilen büyük bir beşer arasında bir ayrım yapabiliriz. Bu bir avuç insanlaşmış insan belki de toplumun hala görünmeyen örgü yerleridir, dikiş yerleridir. Yani o insanlar sayesinde bazı şeyler yürüyordur. Bunların bir kısmını biz tanıyoruz. Bir üniversitede bir hoca olarak, edebiyatta bir kalem olarak, toplumun içerisinde bir kanaat önderi olarak ama çok az bu insanlar. Bilhassa şöyle söyleyeyim sözü çok dağıtmadan; Türkiye’de bu tür siyasal komplimanlardan, siyasal söylemlerden biraz uzaklaşıp da daha başka bir gözle sahneyi okumayan herkes bütün ömrünü beyhude geçirmiş olabilir.
“Türkiye’de siyasal komplimanlardan uzaklaşıp sahneyi daha başka bir gözle okumayan herkes bütün ömrünü beyhude geçirmiş olabilir.”
Peki edebiyat iklimi açısından Türkiye’deki bu ayrışmanın gidişatını nasıl görüyorsunuz? Ayrışma büyüyor mu, azalıyor mu, azalabilir mi? Bugün bir kitap fuarında farklı düşünsel zeminlere sahip şairlerin bir şeyleri tartıştığını göremiyoruz. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bunu?
25 yıldır edebiyatın içerisindeyim ve şu anda da merkezi bölgelerinden birisindeyim, dergicilik yapıyorum. Doğal olarak edebiyatçıların ayrıştığı bölgeleri başından beri gördük ve yaşıyoruz. Bu, bizim kuşağımızla ilgili bir şey değil, bu çok katmanlı bir şey. Birincisi Tanzimat’tan itibaren başlayan, yenilikçi-gelenekçi ayrımı Türkiye’de edebiyatta, siyasette, düşüncede, toplumsal hayatta hatta devlet bürolarında temel olarak iki farklı insan tipi ortaya çıkardı. Aslında çeşitlendirseniz de merkezde bu iki profil hala Türkiye’de ana çatışma eksenini oluşturur. Bugün de Türk Edebiyatı, Türk Şiiri ana hatlarıyla bu iki kol üzerinden devam ediyor ve biz bir bütün olarak Türk Edebiyatında lafzen bahsediyoruz ama edebiyatçıların birlikteliği anlamında böyle bir Türk Edebiyatından bahsedemiyoruz. Bugün diyelim ki Hürriyet Gazetesi’nin kitap ekine baktığımızda yıllardır hâlâ daha pek çok alan gölgeli (onlara göre) ve oralara hiç girmiyorlar. Bakmadıkları yerlerde bütünüyle niteliksiz eser yayımlanıyor olamaz. Yani görmemek, yok saymak üzerine kurulu bir mekanizma işliyor. Bunu biz değiştirebilir miyiz, öyle zannediyorum ki İstiklal Harbi yıllarından,1940’lı 50’li yıllara kadar sanatçıların birbirleriyle yakınlıkları söz konusuydu. 12 Eylül’den sonra kısa bir yakınlaşma deneyimi yaşandı çünkü herkes darbenin kendilerini kullandığını düşünüyordu. Sağdaki ve soldaki şairler artık kullanılmayacağız dercesine bir yakınlaşma içerisine girdiler. Fakat bu tür şeyler inorganik olduğu için, yani tarihsel bir tecrübeye ve kökene sahip olmadığı için bir kısım iyi niyetli şairlerin kendi aralarında kurdukları işbirliğinden ötesine gidemez. Türkiye’de her şey tarihseldir. Yani Türkiye’de hiçbir şey güncel olarak konuşulamaz. Bundan dolayı da eğer merkez yoksa, merkezi kanon yoksa, bir Türk kafası yoksa ve sadece taraflar varsa bu tür bir toplumda birlik sağlamak mümkün değil. Çünkü hakem kanon dediğimiz şey yok ortada. Biz tabii Dergâh olarak bir kanonumuzun olması gerektiği, bu kanonun aynı zamanda bizim hafızamız olması gerektiğinin ve herkesin bu kanona göre yer ayarı yapması gerektiğine inanıyoruz.
Türkiye marjinal uçlar üzerinden sürekli edebiyat konuşmaya devam edemez. Edebiyatın hiç kuşkusuz marjinalliklere ihtiyacı var ama edebiyatını sadece siyasi taraflar üzerinden konuşmaya devam edemez, tarihi bu kadar ucuza harcayamaz. Bir ev düşünün; sadece iki tane marjinal evladı üzerinden her gün gündemi var. Böyle bir ev çılgınlar evidir ve burada yaşamak mümkün değildir.
Güçlü bir kanonik merkezin oluşması gerekiyor ve bizim sağ-sol veya ilerici-gerici değil de kanonik merkeze göre edebiyatın pozisyonunu belirlememiz gerekiyor, maalesef bu henüz oluşabilmiş değil. Umuyoruz ki yani gelecekte sadece isim bağlamında değil içerik, işlerlik ve işbirliği bağlamında da bir Türk Edebiyatından bahsedebiliriz.
Gelecekle ilgili temenni üzerinden şuraya bağlamak istiyorum: Siz derginizde gençlere sık sık yer vermeye gayret ediyorsunuz. Gençlerin gönderdiği şiirlere, Türkiyede’ki şiirin kaderi bağlamında nasıl bakıyorsunuz? İkincisi bu şiirlerde sizce öne çıkan şey ne, hangi meseleler? Üçüncüsü de gençlik sürekli tartışılıyor; gençler nereye gidiyor, çok iyiler, çok kötüler… Siz Türkiye’de şiirle ilgilenen gençleri de takip eden birisi olarak gençliğin durumunu nasıl görüyorsunuz?
Arzularsanız önce sondan başlayalım. Tarih eğitimi aldığım için çok da klişe ama bu tür sorular karşısında sıkça vurguladığım ve hiç esnemeyen görüşüm şudur: “Tarihin tek doğru anı vardır, o da bu andır.” Yani tarih milyarlarca milyonlarca girdiyle işlediği için başka bir an inşa edecek olsa başka bir an inşa etmiş olurdu. Doğal olarak tarihin bu anını eleştirmek, kuşkusuz bir analiz olarak önemlidir ama duygusal olarak bir önemi yoktur. Realite şu andır. Ve tarihin herhangi bir anındaki gençlikle, tarihin başka bir anındaki gençliği birbirinden iyi ya da kötü diye ayırt edebileceğimiz elimizde ciddi ölçüler yok.
Bir gün burada Süleyman Seyfi Öğün Hoca oturuyordu, ona kaçıncı yüzyılda yaşamak istersiniz dedim. Yanlış hatırlamıyorsam, hoca adına konuşmayayım, herhalde 19. yüzyıl dedi. Dedim ki yani tarihin herhangi bir dönemini, herhangi bir anını diğer döneminden ve anından daha iyi yapan ölçü nedir?
Böyle bir ölçünün olduğu kanaatinde değilim. Mesela 16. yüzyıl İstanbul’unda bütün evler kötüydü. Biz zannediyoruz ki herkes konakta oturuyordu. Foseptik çukuruyla su kuyusu yan yanaydı, insanlar çok kötü koşullarda yaşıyordu. Bundan dolayı kuşaklar üzerinden yapılan bu tür değerlendirmelerin çok sahiciliği olduğu kanaatinde değilim.
Her dönemin bilinçli, ne yapması gerektiğini bilen, hem kaderi hem ülkesi için çaba sarf eden bireyleri de oluyor. Her dönemin serseri meşrep bireyleri de oluyor. Bunlar hemen hemen hiç değişmez. Ama şu söylenir; mesela Sezai Karakoç’tan bahsettik, o kuşağın orta okulda lisede okuduğu kitaplar bugün üniversitede bile okunmuyor. Ama bugün de bu yeni kuşakların dünyayı görme, kavrama açısından o gün hiç olmayan sayısız enstrümanları var. Yani sadece bir internette kısa bir sörfte bir ülke hakkında bir dönem, bir yıl boyunca toplayıp okuyacakları kitaplardan daha fazlasını öğrenebiliyorlar. Bu tür kıyaslamalar çok bereketli değil, ben onun için genç kuşakların bugün de iyi durumda olduğunu düşünüyorum ve iyilerinin de gerçekten iyi şeyler yapacağına inanıyorum.
Biz dergilerde daima gençlerle yüz yüzeyiz ve doğal olarak onlarla konuşuyoruz. Yeni ürünleri geliyor, yeni bir şiirinin yayımlanma heyecanını yaşıyor, aylarca şiirinin çıkmasını bekliyor; bu muazzam bir şey. Küçücük, yarım sayfalık bir metni 3 ay heyecanla beklemek… Doğal olarak şiirsel duyguda bir değişim olmaz. Benim kuşağım da bunu yaşıyordu, yeni kuşak da yaşıyor. Ama şiirsel metinde bir değişim olur mu, evet edebiyat sıkça klişeye dönüşür. Her yeni kuşak bir önceki kuşağın klişesini aşmak, kendi sesini zamana kazımak için kendi buluşlarını var etmeyi arzular. Kendi buluşlarını var ederken kendi çağıyla da hesaplaşmaya girer. Bugün dijital çağı yaşıyoruz doğal olarak şairler görsel şiir, dijital şiir gibi bir sürü yeni yönelime giriyorlar. Bu tür dönüşüm zamanlarında çok büyük bir deha gelip de o yönelimi ritmine sokmazsa bir bocalama dönemi yaşanabilir. Biz de bence bir bocalama dönemi yaşıyoruz. Yani şiire kendi tadını veren ama klişe dönem şiirini devam ettiren şairler de var. Şiirinde bir sürü dara da olsa sıkıntı da olsa bir yeniliği arayan şairler de var. Bunların bereketli olduğuna inanıyoruz.
İkincisi de şiir ve kapitalizm mutlak manada zıt bir şekilde işliyor. Yani tüketim toplumu, kentleşme romanın önünü açıyor. Bundan dolayı Türkiye’de de hiç kuşkusuz edebiyat gittikçe roman merkezli bir edebiyata dönüşüyor. Ve aslında şairlerin, hikayecilerin önemli bir kısmı alttan alta bir roman da yazmak istiyorlar. Buna yeltenenler de var. Belki de Don Kişot’tan beri, yani toprağa dayalı dünyadan şehre dayalı dünyaya geçişten beri, birkaç yüzyıl boyunca romanın adım adım ilerleyen ve sonunda zaferini ilan eden bir çizgiye geldik. Ama şiiri edebiyat piyasasındaki etki sahası üzerinden değerlendiremeyiz. Şiir öznenin, varlığın ontolojisiyle ilgili bir şeydir. Onun için şiirin bizzat yazılıyor olması kendi başına bir hadisedir.
“Tüketim toplumu, kentleşme romanın önünü açıyor. Bundan dolayı Türkiye’de de hiç kuşkusuz edebiyat gittikçe roman merkezli bir edebiyata dönüşüyor.”
Şiir çok satılıyor, satılmıyor; okunuyor, okunmuyordan ziyade bakmamız gereken başka bir yer var: Türkiye’de şu anda, modern bağlamda en çok şiirin yazıldığı ülke. Gençlerin şiirle gerçek anlamda en çok ilgilendiği ve en çok şiir dergisi çıkan ülke. Bu yeni kuşakların hâlâ insanca bir merkezde durdukları ve bugünkü kapitalist dünyaya teslim olmak istemediklerine de bir işaret. Hala egemen dünyada kendi anlamlarını aradıklarının bir işareti. Yani bir yerde şiirin yazılıyor olması sadece metinsel bir durum değil aynı zamanda göndermeleri ve imaları olan bir durumdur. Sirkülasyonundan, satışından bağımsız olarak Türkiye’de bereketli bir şekilde şiir yazılıyor ve bu bizim hâlâ insanlar için, insanlık için, dünya için, bu coğrafyanın bir umut taşıdığı anlamına geliyor.
“Türkiye’de şu anda, modern bağlamda en çok şiirin yazıldığı ülke. Gençlerin şiirle gerçek anlamda en çok ilgilendiği ve en çok şiir dergisi çıkan ülke. Bu yeni kuşakların hâlâ insanca bir merkezde durdukları ve bugünkü kapitalist dünyaya teslim olmak istemediklerine de bir işaret.”
Bir süredir Dergâh Dergisi’nin başındasınız. Burada Mustafa Kutlu’dan sonra sizin döneminizde Dergâh’ta bir şeylerin değiştiğini düşünür müsünüz? Mustafa Kutlu’nun metinlerinde biz sık sık modernleşmenin getirdiği belalardan kaçmak için toprağa dönüşün tavsiyesini görüyorduk. Daha yerel ve toprağa dönüktü. Sizin yaklaşımınız daha şehrin içerisinde bir yaklaşım mı? Biz bir şekilde, Türkiye’de hem şiir anlamında hem entelektüel bağlamda bir değeri olan Dergâh Dergisi’nin çizgisinde bir değişim görecek miyiz, görüyor muyuz? Siz bir fark olduğunu düşünüyor musunuz yoksa Nurettin Topçu’dan bu yana temsilcilerde farklılıklar olsa da Dergâh hep aynı çizgide sürmüş müdür?
Önce şunu söyleyeyim; benim kanaatime göre Mustafa Kutlu sanat tercihlerinde gelenekçi bir adam değil. Dergâh’ı yönettiği yıllar boyunca şairlerinden kendi dünya görüşüne dair bir metin beklemedi. Onun çok sevdiğimiz özelliği gelen metnin kendisine bakmaktır. Bundan dolayı da çok geleneksel bir şeyden çıkarken 90’lı yıllardan sonra bugün Türk edebiyatında etkili olan belli bir camiadaki neredeyse bütün şairlerin ve hikayecilerin Mustafa Kutlu’nun keşfiyle çıkmış olması çok ilginçtir. Bunların hemen hemen hepsi modern şairlerdir. Bir kısmı da şiirde yenilik arayışlarını sırtlanmış şairlerdir. Onun için Mustafa Kutlu’nun editörlüğünü, bize de öğretici yanları olan apayrı bir yanı olarak değerlendirmek istiyorum, birincisi bu.
Daima yeniliğe açık, gençlerin getirdiği yeniliklere açık ve modern estetiği kavramış tarafı Dergâh’ı bu geleneksel muhit içerisinde öncü ve modern bir dergi de yapıyor. Bizim aslında sermayemiz biraz da budur. Gelenekçi olmamız değil, bir Türk modernleşmesinin imkanlarına daima inanıyor olmamızdır. Ve ben de insanlarla buluşturulabilir her yeniliğe dergimizin aç olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz bir kalite kontrolümüz var metinlerin yayımlanabilirliği bağlamında. Biz çoklu bir bakış açısına daima açığız. Çok farklı deneyimleri, eğer deneyimler gerçekten olgunlaştırılmışsa rahatlıkla yayımlayabiliyoruz. Hiç tanımadığımız genç bir arkadaşımızın çok farklı bir şiirini hemen kapaktan da yayımlayabiliyoruz.
Dergâh’ın 30 yıldır yaşlanmamasının ve her yeni kuşağın bir anlamda rağbet gösterdiği bir dergi olmasının sebebi o anın içerisinde edebiyat yapmanın imkanlarını da sürekli kolluyor olması gibime geliyor. Bunu ne kadar başarıyoruz, siz de dahil pek çok insan eleştirebilir ama takdir edersiniz ki bizim bulunduğumuz, yaptığımız işlerin şöyle bir tarafı var; bazı okurlarımız “nerede o Yahya Kemal’in yazdığı şiirlerin tadı ve zevki” eleştirir ve dergide hiç de öyle şiirlerin çıkmadığını söylerler, bazı okurlar da gelir “çok klişe ve eski şiirler yayımlıyorsunuz” derler. Yani okur cemaatleri vardır ve çok farklı değerlendirmeler yapabilirler ama biz daima yeninin imkanlarını arıyoruz.
Çok teşekkür ederiz.