Öğretmenlik Kanunu: Sihirli Değnek mi Lafügüzaf mı? - İLKE Analiz

Öğretmenlik Kanunu: Sihirli Değnek mi Lafügüzaf mı?

Murat Bülbül

Öğretmenlik Kanunu’na ilişkin değerlendirmelere geçmeden önce, başlıkta neden daha klişe bir ifade haline gelmiş “Öğretmenlik Meslek Kanunu” yerine “Öğretmenlik Kanunu” ifadesinin kullanıldığı açıklanacak, daha sonra da böyle bir kanuna olan gereksinim, hazırlanma usulleri ve içeriğine ilişkin analiz ve değerlendirmelerde bulunulacaktır.

1938 tarihli “Mühendislik Ve Mimarlık Hakkında Kanun”, 1969 yılında çıkartılan “Avukatlık Kanunu” ve 1989 tarihli “Serbest Muhasebeci Mali Müşavirlik Ve Yeminli Mali Müşavirlik Kanunu” gibi örnekler göz önüne alındığında, genellikle sosyal statüsü toplumda öne çıkan ve belirli fakülte mezuniyetlerini zorunlu tutan bir mesleğe ilişkin ölçütlerin, hakların ve sorumlulukların belirlendiği kanun adlarında “mesleği” ifadesine yer verilmediği görülecektir. Buna ilişkin tek istisnanın 2012’de çıkartılan “Turist Rehberliği Meslek Kanunu” olduğu görülmektedir. Bu kanunun içeriğine bakıldığında da yukarıdaki örneklerden farklı olarak, üniversitelerin turist rehberliği bölümleri dışındaki fakülte mezunlarının da bir sertifika alarak turist rehberi olabilecekleri belirtilmektedir. Konuya bu açıdan bakıldığında, bu değerlendirmenin yazarı da geleneği daha eski olan mesleklerin kanunlarında olduğu gibi doğrudan “Öğretmenlik Kanunu” başlığının, sertifika programlarına indirgenemeyecek nitelikte bir meslek olarak değerlendirdiği öğretmenliğe daha uygun olacağını düşünmektedir.1 Ayrıca zaten 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nda öğretmenlik; devletin eğitim, öğretim ve bununla ilgili yönetim görevlerini üzerine alan özel bir ihtisas mesleği olarak nitelenmektedir. Bu nedenle zaten bir mesleği ifade eden “öğretmenlik” sözcüğünün yanına tekrar “meslek” ifadesinin eklenmesi gerekli görülmemektedir. Bu nedenlere dayalı olarak yazının ileriki bölümlerinde de “Öğretmenlik Kanunu” ifadesiyle devam edilecektir.2

Öğretmenlik Kanunu’nun çıkartılmasına ilişkin tartışmaların bir kısmına bakıldığında, bu kanunun âdeta sihirli bir değnek gibi görüldüğü ve bunun sayesinde öğretmenlerin sorunlarının büyük kısmının çözüleceği ve haklarına kavuşacakları yönünde bir atmosferin oluşturulduğu düşünülmektedir. Bu açıdan, Öğretmenlik Kanunu’nun lüzumuna ve içeriğine ilişkin bir değerlendirmeye başlamadan önce öğretmenliğe ilişkin mevcut kanun hükümlerinin ne derece etkili olarak uygulandığını tartışmak isabetli olacaktır. Bununla ilgili en bariz örneklerden birisi, 1739 s. Milli Eğitim Temel Kanunu’nda yer verilen “uzman öğretmen” ve “başöğretmen” kariyer basamaklarıdır. Bu iki unvana atanmayla ilgili sınav 2006 yılında yalnızca bir kez yapılmış, daha sonraki yıllarda mevzuattaki açık hükümlere rağmen sınav açılmamıştır. Görüldüğü gibi bir kanun hükmünün olması, MEB’in bu sınavı açması ve bu doğrultuda öğretmenlerin özlük haklarını ve unvanları temin etmesi açısından yeterli gelmemektedir.

Benzer sıkıntılar yalnızca kanun hükümleriyle sınırlı değil, yürütme yetkisini elinde bulunduran ve Milli Eğitim Bakanı’nın amiri olan Cumhurbaşkanı’nın çıkarttığı Cumhurbaşkanlığı Kararnameleri (CBK) için de geçerli olabilmektedir. Örneğin, MEB’in teşkilat yapısını ve görevlerini belirleyen 1 sayılı CBK’nın 312/2 Maddesinde, öğretmenlere verilecek meslek öncesi, meslek içi ve diğer eğitimlere ilişkin usûl ve esasların yönetmelikle belirleneceğine hükmedilmişken, MEB tarafından çıkartılan Eğitim Kurumlarına Yönetici Seçme Ve Görevlendirme Yönetmeliğinin 14. Maddesinde, öğretmenlere yönelik verilecek olan Eğitim Yönetimi Sertifika eğitiminin şekli, ölçme ve değerlendirmesi ve diğer hususların, yönetmelik altı bir mevzuat türü olan yönerge ile belirleneceği ifade edilmiştir. Yukarıdaki bu örnekler dikkate alınarak, öğretmenlik kanunu tartışmalarından önce MEB’in işlem ve eylemlerinde hukuka uygun davranmasını sağlayacak mekanizmaların oluşturulması daha önemli görülmektedir.3

” Öğretmenlik Kanunu tartışmalarından önce MEB’in işlem ve eylemlerinde hukuka uygun davranmasını sağlayacak mekanizmaların oluşturulması daha önemli görülmektedir. “

Tabii ki öğretmenliğe ilişkin problemler yalnızca MEB’in mevzuat çerçevesinde hareket etmemesine bağlanmamalıdır. Bu konuda yasa koyucu konumunda olan TBMM’nin çıkarttığı ya da çıkartabileceği halde çıkartmadığı bazı kanun hükümlerinde de önemli sorunlar gözlemlenmektedir. Örneğin, Özel Öğretim Kurumları Kanununun 9. Maddesinde yer verilen, “Okullarda yöneticilik ve eğitim-öğretim hizmeti yapanlara, kıdemlerine göre (emekliler hariç) dengi resmî okullarda ödenen aylık ile sosyal yardım kapsamındaki ek ödeme tutarlarından az ücret verilemez.” hükmü 2014 yılında yapılan değişiklikle kaldırılmış ve özel öğretim kurumunda görev yapan öğretmenlerin oldukça düşük ücretlerle çalıştırılabilmelerinin yasal olarak da yolu açılmıştır. Benzer örnekler ücretli öğretmenlik gibi özlük haklarla ilgili kayıpların yaşanabildiği birçok konuda verilebilir.4 Bu açıdan öğretmenlerin aleyhine olduğu düşünülebilecek birçok farklı kanunda yer alan birçok farklı hükmün, yeni bir kanun çıkartmadan da değiştirilebilecek olmasına rağmen yasa koyucunun bu yönde bir iradeyi sergilemediğini de not etmek gerekir.

Muhakkak ki yukarıda belirtilen sorunlar ve dile getirilen endişeler çıkartılacak bir öğretmenlik kanununu değersizleştirip, onu salt bir biçimde “lafügüzaf” mertebesine de indirgemez. Kamuoyunda yürütülen tartışmalar dikkate alındığında; yalnızca özlük haklarına ilişkin değil, öğretmenlik mesleğinin standartlarının belirlenmesi, yer değiştirme ve nakil işlemleri ve disiplin hükümleriyle ilgili konulara da yer verildiği görülmektedir. Bu yazıda amaçlanan farklı kurumlarca dile getirilen bu tartışma ve önerileri özetlemek ya da eleştirel bir bakış açısıyla bunları değerlendirmek değil; böyle bir kanunun hazırlanmasına ilişkin usullere ve kapsamına ilişkin özgün tartışmaları başlatarak bazı öneriler dile getirmektir. Bunları sıralamak gerekirse:

  1. Öğretmenlik kanunuyla ilgili tartışmalarda taraf teşkilinin yeterince sağlandığı söylenemez. Ülkemizde özellikle veli ve öğretmen derneklerinin sayıca azlığı bilinmektedir. Ayrıca her ne kadar kamuda görev yapan öğretmenlerin önemli bir kısmı sendika üyesi olsa da özel öğretmen kurumları öğretmenleri açısından bu sayının oldukça azdır. Bu nedenle belki de bir öğretmenlik kanunu teşebbüsü öncesi, öğrenci velilerinin okul-aile birliklerini aşacak ölçekte dernekler ve organizasyonlar kurmalarını teşvik edecek düzenlemeler ve uygulamalar yapılarak, onların da sistem içinde örgütlü bir şekilde seslerini ve beklentilerini duyurmalarına olanak verilmelidir. Ayrıca benzer çalışmalar öğretmen derneklerinin sayılarının arttırılmasında da yapılmalıdır. Bu derneklerin de özellikle meslekli standartların geliştirilmesinde oynayacakları rol (Baro ve tabipler birliği, mimar ve mühendisler odalar vb.) yadsınamaz. Son olarak da özel öğretim kurumlarında görev yapan öğretmenlerin hak kaybına uğramadan sendikalara üye olmalarını teşvik edecek düzenlemeler vakit geçirilmeden hayata geçirilmeli; sendikal düzeyde örgütlenen bu öğretmenlerin de öğretmenlik kanununa beklentilerini daha güçlü bir biçimde yansıtacakları unutulmamalıdır.
  2. Öğretmenlik kanununda, ileride meslekleşmesi beklenen okul yöneticiliğinin ve eğitim müfettişliğiyle taşra ve merkez teşkilatı yöneticiliğinin de yer alıp almayacakları konusu da netleştirilmelidir. Nihayetinde bu kişilerin tam anlamıyla bir öğretmenlik mesleğini icra ettikleri söylenemez; bununla birlikte bu kişilerin niteliği, görev ve yetkileri de kaçınılmaz bir biçimde öğretmenlik uygulamalarını ve öğretmenleri etkilemektedir. Bu açıdan bu görevleri yapanlarla ilgili olarak, “Yükseköğretim Personel Kanunu” benzeri bir “Eğitim ve Öğretim Hizmetleri Personeli Kanunu” çıkartılarak, öğretmenler dışında MEB bünyesinde görev yapan personelle ilgili hükümler derli toplu bir yasal düzenlemeye kavuşturulabilir; öğretmenler ilgili hükümler de öğretmenlik kanunu çerçevesinde düzenlenebilir.
  3. Öğretmenlik kanunu çıkartılamadan önce eğitim hakkı, çalışma ve dinlenme hakkı, dernek kurma hakkı ve sendikal haklar gibi konuyla ilgili temel haklara ilişkin başta uluslararası sözleşmeler olmak üzere uluslararası hukuki belgelerden de mutlaka yararlanılmalıdır. Ayrıca bu haklarla ilgili AİHM ve Anayasa Mahkemesi gibi yargı mercilerinin verdikleri kararlar da dikkatlice etüt edilmeli ve kanunun hazırlanmasında dikkate alınmalıdır.
  4. Öğretmenlik Kanuna ilişkin bütüncül bir bakış açısının “eğitim hukuku” kapsamında geliştirilebileceği söylenebilir. Eğitim hukuku bakış açısı; içeriğinde iş hukuku, idare hukuku, anayasa hukuku ve insan hakları hukukuna dair ögeler barındıracak olan Öğretmenlik Kanununun daha nitelikli olarak hazırlanmasında belki de en hayati öge olarak değerlendirilebilir.5
  5. Öğretmenlik Kanununda, MEB’in önceki uygulamalarından farklı olarak, öğretmenlerin akredite edilmiş lisansüstü programlardan mezun olmalarına ilişkin teşvik edici hükümler mutlaka hayata geçirilmelidir. Öğretmenlik kanununda yer almasa da ilgili personel kanununda eğitim müfettişleri ve yöneticilerinin en azından yüksek lisans mezunu olmaları zorunlu hale getirilmeli; doktora programı mezuniyeti ise güçlü bir atama faktörü olmalıdır. Sözlerime son verirken, bu yazının 24 Kasım Öğretmenler Günü’nde yayınlanacağını da dikkate alarak, öğretmenler günü olarak 24 Kasım’ın belirlenmesindeki eleştirilerimi de bir hukukçu ve uzun yıllar MEB’de öğretmenlik ve müfettişlik yapmış bir eğitim bilimci olarak dile getirmek isterim. Bilindiği gibi 24 Kasımın Öğretmenler Günü olarak belirlenmesi, sonrasında yargılanarak anayasal düzene karşı suç işlediklerine hükmedilen 12 Eylül darbecilerinin aldığı bir karar üzerine olmuştur. Bu karara, Atatürk’ün 24 Kasım’da millet mekteplerinin başöğretmenliğini kabul etmesi gerekçe olarak ileri sürmüşlerdir. Oysaki ülkemizin tam bağımsızlığa kavuşmasındaki askeri ve sivil mücadelelere liderlik eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün Millet Mekteplerinin açılmasına önderlik etmesinin en önemli nedeni, genç Türkiye Cumhuriyeti’nde okuma yazma bilmeyen yetişkinlere yönelik eğitimler verilerek halkın aydınlatılması idi; bu vizyonun Türkiye’yi birçok alanda geriye götüren 12 Eylül darbecilerinin zihniyetinde doğru yorumlandığını iddia etmek mümkün değildir. Bu nedenle bu konudaki şahsi önerim; demokrasi ve insan hakları açısından örnek nitelikteki bazı ülkelerde olduğu gibi, UNESCO’nun “Öğretmenlerin Statüsüne İlişkin Öneri”yi (Recommendation Concerning the Status of Teachers) yayınladığı 5 Ekim 1966 tarihi dikkate alınarak, Öğretmenler Günü’nün ülkemizde de 5 Ekim’de mesleğin saygınlığına layık bir biçimde kutlanmasıdır. Millet Mekteplerinin açılarak Atatürk’ün başöğretmenliği kabul ettiği tarih olan 24 Kasım’da da amacına uygun olarak “Hayat Boyu Öğrenme ve Yetişkin Eğitimi Günü” kutlanabilir ve hayat boyu öğrenmeye yönelik olarak tarihi olarak oldukça anlamlı bir günde milli bir farkındalık da geliştirilebilir.

Dipnotlar:

  1. Bu yazının konusu olmamakla birlikte şahsi düşüncem, ihtiyaç halinde öğretmenlik mesleğine ilişkin verilecek eğitim bilimleri derslerinin (pedagojik formasyon) sertifika programlarıyla değil, lisansüstü düzeyde verilecek bir eğitimle tamamlanması gerektiği yönündedir. Bu lisansüstü programlarda da eğer sertifika programlarında yaşanan suiistimaller ve olumsuzlukların olacağı düşünülüyorsa; kontenjan kısıtlamaları çerçevesinde ve de ancak YÖKAK ve yetkili kurumlarca akredite edilmiş lisans ve lisansüstü programları yürüten üniversitelerce verilmesine ilişkin düzenleme yapmak çok da zor değildir.
  2. “Öğretmenlik Meslek Kanunu” ifadesi ilk kez, bu kanunun çıkartılmasına yönelik hazırlık çalışmalarının da yürütülmeye başlanacağının belirtildiği ve MEB tarafından hazırlanan “2023 Eğitim Vizyonu” içinde yer almıştır. Sonrasında buna ilişkin olarak hazırlanan STK ve sendika raporlarında da bu ad altında öneriler geliştirilmiştir. Hatta sonraki tarihlerde de isminin özgünlüğü konusunda herhangi bir değerlendirme yapmadan, farklı siyasi partilerin basın açıklamalarında da yine bu ad altında bir kanun çıkarılacağına ilişkin vaatlerde bulunulması dikkat çekicidir. Burada, başta Anayasa olmak üzere, ilgili mevzuat çerçevesinde MEB’in kanun teklifi hazırlamak ve vermek gibi bir görev ve yetkisinin olmadığı; bu görev ve yetkinin Anayasa gereğince milletvekillerinde ait olduğunu hatırlatmak da yerinde olacaktır…
  3. Yeri gelmişken MEB’in oldukça kritik konularda bazen yargı kararlarına da uymadığı belirtilmelidir. Bakanlık müfettişliği atamalarının iptal kararına uyulmamasına ilişkin bkz. Eğitimde Teftiş Sistemi ve Politikaları (İlke Politika Notu 13) https://ilke.org.tr/images/yayin/pn_13/ilke_pn_13.pdf
  4. Örneğin, özel öğretim kurumunda görev yapan öğretmenlerin hizmet sözleşmesini, öğretmenlerin aleyhine olacak biçimde “belirli süreli sözleşme” olarak niteleyen Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı sonrasında, yasa koyucunun bu sözleşmelerin niteliğini “belirsiz süreli sözleşme” olduğuna ilişkin bir yasa çıkartmadığı da hatırlanmalıdır.
  5. Burada unutulmaması gereken en önemli husus; eğitim hukukunun bir hukuk alanı olduğu ve bu alanda çalışmalar yapılırken hukuk biliminin yöntem ve yaklaşımlarının bilinmesi ve hukuk bilgisine sahip olunması gerektiğinden hukukçu kimliğine sahip kişilerce çalışılması gereken bir alan olduğu hususudur. Ehil olmayan kişilerce bu alanda yapılan çalışmalar maalesef ilgili paydaşları yanıltacak nitelikte olabilmektedir.

0 yorum

Diğer Yazılar