Kimlik siyaseti, tarihsel olarak baskıya maruz kaldığına inanılan etnik, dini veya cinsiyet gibi belirli grupların buna yanıt vermek için siyaset yapmasıyla ilgilidir. Irak’ta 2003 sonrası siyasi düzende grup kimliği, siyasetin ve hayat tarzının temeli haline geldi. İslamcı Şii partiler, benzer bir siyaset anlayışını paylaşan milliyetçi Kürt partileriyle ittifaktan yararlanarak siyasetin konsolidasyonunda merkezi bir rol oynadılar.
ABD; Iraklı Şiiler, Sünniler ve Kürtlerin devlet kurumlarında orantılı olarak temsil edildiği üç yönlü etnik-mezhepçi güç paylaşımı düzenlemesini destekledi. Bu düzenleme, güvensiz siyasi ortakları, kimlik temelli siyaset yerine sorun temelli siyaseti benimsemeye teşvik etmek için geçici bir güven inşası olarak algılandı. Bunun tersi oldu ve kimlik politikaları ülkenin kurumsal ve toplumsal yaşamında yavaş yavaş güçlenmeye başladı. Siyasal olarak nüfusun çoğunluğunu temsil eden İslamcı Şii partiler, kimlik siyasetinin en güçlü savunucuları ve onun başlıca yararlanıcıları oldular.
Musul’un 2014’te DAEŞ’in eline geçmesi, kimlik siyasetine ilk ağır darbeyi vurdu. Irak ordusu çöktü ve DAEŞ hızla ülke topraklarının üçte birini ele geçirdi. Irak bölünmenin eşiğindeydi. Bütün bunlar Nuri Maliki’nin başbakanlığının ikinci döneminde yozlaşmış ve mezhepçi yöntemleri sırasında oldu. Maliki’nin yerine geçen yeni başbakan Haydar İbadi, onun mezhepçi politikalarının çoğunu tersine çevirdi. Büyük Ayetullah Ali Sistani’nin cihat çağrısı ve on binlerce Iraklı Şii’nin DAEŞ’e karşı savaşmak için seferber edilmesi, Şiilerin ve onların siyasi seçkinlerinin birleştiği iki ana noktaydı.
Bu gelişmeler Şiilere grup çıkarlarını Sünnilere ve Kürtlere karşı savunmanın çok ötesinde ulusal bir amaç verdi. Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin Eylül 2017’deki bağımsızlık referandumu, Maliki’nin hatalarını düzeltmekten ziyade, Irak Şii milliyetçiliğinin ortaya çıkışını daha da hızlandırdı. Şiilerin güçlü siyasi ve taban desteğiyle İbadi, Kerkük’ü ve “ihtilaflı bölgeleri” Kürt peşmergesinden almak ve Irak’ı bir arada tutmak için federal birlikler gönderdi.
Bu arada, seçkin Şiilerin kimlik siyasetinin iki kurumsal direğine, yani Muhassasa (devlet makamlarının etnik-mezhepsel paylaşımı) ve Tawafiq’e (üç ana grubun anlaşması yoluyla karar alma) yönelik eleştirileri arttı. Çünkü bunları yetersiz temel hizmetler, yolsuzluk ve işsizlikle anılan 2003 sonrası yönetimin başarısızlığının yapısal nedenleri olarak gördüler. Ancak DAEŞ’e karşı üç yıllık zorlu, maliyetli ve kanlı mücadele -2017’de Musul geri alınsa da- Şii enerjisini tüketti ve bu süreç kimlik siyasetinin yerini ne almalı sorusunun yanıtını geciktirdi.
Diğer faktörler de rol oynadı. DAEŞ’i mağlup etmenin coşkusu, Kürt “bölücülük” planlarının boşa çıkacağına dair yanlış güven duygusu ve petrol fiyatlarındaki artış, Şii ağırlıklı devleti mali yüklerinden kurtardı. Bununla birlikte, önceki faktörlerin de desteklediği en kritik faktör, iktidardaki İslamcı Şii partilerin derin isteksizliğiydi çünkü bu siyasi düzen ekonomik ve siyasi cephelerde kendilerine büyük fayda sağlıyor, devlet gücü ve kaynaklarında aslan payını veriyordu.
2019’daki Ekim protesto hareketi kimlik siyasetine ölümcül bir darbe vurdu. Bağdat’tan başlayıp hızla Şiilerin çoğunlukta olduğu Orta Fırat ve güney illerine kadar uzanan bu hareket, ulusal sloganlar ve taleplerle ilerleyerek yeni bir siyaset türünü doğurdu. Bu tür; kimlik siyasetinin güçlendirdiği ilkel benlik tanımlamalarından uzak, sorun temelli ve ulusaldı.
Bu yeni siyaset biçimi, her ne kadar zayıf bir şekilde ifade edilmiş ve yetersiz temsil edilmiş olsa da siyasi eylemin temeli olarak etnik-mezhepsel bileşenleri reddetmesi ve halka ‘ulusal bir varlık’ olarak seslenmesi nedeniyle ülke çapında çok destek gördü. Bu protesto hareketinin getirdiği güçlü etki, en etnik-mezhepçi politikacıları bile ulusal kimliğe sözde bağlılık göstermeye ve etnik-mezhepçi söylemden kaçınmaya zorladı.
“Bu protesto hareketinin getirdiği güçlü etki, en etnik-mezhepçi politikacıları bile ulusal kimliğe sözde bağlılık göstermeye ve etnik-mezhepçi söylemden kaçınmaya zorladı.”
ABD’nin Kasım Süleymani ve Ebu Mehdi El Mundis’e düzenlediği suikastların etkileri, Sadr taraftarlarının protestoya karşı gelmesine neden oldu ve hareket içindeki çatlağı artırdı. Covid-19 pandemisinin yayılması da protestonun sona ermesinde rol oynadı. Protestocular, kimlik siyasetini ortadan kaldıracak yeni bir siyasi düzen kurma hedeflerine ulaşamadılar. Bununla birlikte, protesto hareketi, egemen sınıfı, büyük etnik-mezhepsel partilerin tekelini sürdürmek için tasarlanan eski yasanın yerine yerel gerçeklere odaklanan bir seçim yasası çıkarmaya zorladı ve bu kimlik siyasetinin uzun vadeli kurumsal ölümünün yolunu açtı.
İran yanlısı milisler protestocuları izleme çalışmalarını hızlandırdı. Öte yandan, Irak hükümetinin erken seçim isteyen protestocuları koruyamaması, protestocu Iraklıların çoğunluğunu 10 Ekim’de yapılan seçimlerde aday çıkarmaktan veya oy kullanmaktan caydırdı. Ortaya çıkan yaygın boykot, etnik-mezhepçi partilere fayda sağladı. Bu partilerin destekçileri de ‘güç koridorlarında’ partilerini canlandırmak için oy verme merkezlerine akın ediyordu.
Ancak seçim, en mezhepçi ve en az milliyetçi olan siyasi ittifakı yenerek mevcut kimlik temelli siyasi düzeni parçalama şansını kısmen artırmayı başardı. Pan-Şii Fetih koalisyonu, 2018 seçimlerinde mecliste 48 olan sandalye sayılarının 17’ye düştüğünü gördü. Çok korkulan milislerine rağmen, koalisyon seçim sonuçlarını değiştiremedi. Eğer sonuçlar aleyhlerine çıkarsa durumun istikrarsızlığa yol açacağına dair örtülü tehditler, koalisyonun anti-demokratik yapısını gözler önüne serdi ve halkı buna karşı daha da harekete geçirdi.
Ekim seçiminden alınan kritik ders, iktidarı sandıkta değiştirmenin mümkün olduğudur. Bu, tam da zaten kimlik siyasetini kuran ve ondan yararlanan etnik-mezhepsel partilerin içindeki kimlik siyasetini ortaya çıkarır. Aynı zamanda, ihtiyaç duyulan tek şeyin, halkın özellikle oylama yoluyla siyasete geniş çapta katılımı olduğunu da ortaya koymaktadır.
Çeviren: Hatice Küçükalp