Bu yazıda, daha önce mahremiyetle ve Müslüman kadınların kamusal alana çıkışıyla bağlantılı olarak ele alınan tesettürün, zaman içinde modayla ilintili bir beğeni konusu hâline gelme dinamikleri üzerinde durulmaktadır. Ancak ilk olarak beğeniler konusunun gündemimize ne-den girdiğine dair birkaç hususa değinmek yararlı olur. Modernleşme hikâyemiz üzerinden süreci okuyabilmek için de böyle bir girişe ihtiyaç var.
Beğeni ve Moda
Sosyolojik bir mevzu olarak beğeni, bir yanıyla çok yeni bir alan gibi görürse de aslında sosyoloji tarihinin çok kadim bir tartışmasına göndermelerle doludur. Bu tartışma, beğenilerin toplumsal konularla, hiyerarşiyle ve eşitsizlikle ilişkisine dairdir. Batı sosyolojisinde beğeniler ile eşitsizlik arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan iki değer, kabul ve fikir dizgesi mevcuttur. Bunlardan biri malum olduğu üzere Marksist diğeri de Weberyen paradigmadır. Batı toplumları sınıflı toplumlar olarak var olagelmişlerdir. Marx’ın çok güzel analiz ettiği gibi köleci, feodal, kapitalist toplumlardan bugüne gelinceye kadar ikili karşıtlıklar üzerinden tanımlanabilecek sınıf çatışmaları, Batı toplumlarının kılcallarına kadar sirayet etmiş temel bir gerçekliktir. Bu nedenle de eşitsizlik meselesini anlamaya dönük çalışmalar, doğuşundan bugüne değin her daim Batı sosyolojisinin gündeminde olmuştur. Marx, eşitsizlik olgusunu tespit edilebilir, gözlenebilir, ölçülebilir ekonomik eşitsizliklere dayalı olarak tanımlanan sınıflar bağlamında ele almaktadır. Marx’a sınıf olgusundan bahsettiğimiz zaman mülkiyet koşullarına bağlı olarak birbirlerine karşıt konumlanmış insan gruplarından bahsediyoruz demektir. Bir başka deyişle Marx’ın sınıf tanımlaması son tahlilde objektif toplumsal koşullara dayanır. O, sınıf olgusunun bulunmuş ve insanların kendilerini o sınıfa ait hissetmelerini de sınıf olmanın koşullarından biri olarak zikretmiştir. Örneğin işçi sınıfının varlığı, işçilerin kendilerini bir sınıf olarak algılamalarına da bağlıdır. Ancak Marx, sınıfları, mülkiyet eşitsizlikleri üzerinden tanımlıyordu yani üretim araçlarına sahip olanlar ve olmayanlar şeklinde iki temel sınıfın birbirine karşıt olarak konumlanmasını ve aralarında mülkiyet üzerinden gerçekleşen çatışmaları tarihin temel itici gücü olarak ele alıyordu.
“Köleci, feodal, kapitalist toplumlardan bugüne gelinceye kadar ikili karşıtlıklar üzerinden tanımlanabilecek sınıf çatışmaları, Batı toplumlarının kılcallarına kadar sirayet etmiş temel bir gerçekliktir.”
Weber, Veblen, Simmel gibi düşünürler ise salt nicel ekonomik göstergelere indirgenerek yapılacak eşitsizlik analizlerini yetersiz bulmuşlar, eşitsizlik analinize yeni boyutlar katmışlardır. Weber statü grupları kavramını, Veblen ise yaşama tarzı kavramını ortaya atarak eşitsizlik meselesinin analizine katkıda bulunmaya çalışmıştır. İnsanları yalnızca üretim araçlarının mülkiyetine ya da gelir ve servet durumlarına bakarak konumlandırmanın yetersizliğine işaretle meselenin yaşam tarzları ve tüketim alışkanlıklarıyla alakalı boyutuna dikkat çekmişlerdir. Örneğin; Weber, ekonomik temelde tanımlanan sınıflar yanında statü gruplarından bahseder ve onları belli silahları kullanabilme, belli kıyafetleri giyebilme, belli yiyecekleri tüketebilme hakkı gibi yaşama tarzı göstergelerine göre tanımlamamız gerektiğini ileri sürerek statü gruplarının bu ayrıcalıklarını kaybetmemek için kendi üzerlerine kapandığını belirtir. Bu, konumuz açısından altı çizilmesi gereken bir husustur. Tüketim, ayrıcalıklı grupların kendileriyle bu ayrıcalıklara sahip olmayan ötekiler arasına ayrım koymasını sağlar. Weber’e borçlu olduğumuz bu detay, bu önemli katkı, Veblen, Simmel gibi düşünürler tarafından ve daha sonra da beğenirler başlığında kendisine en fazla atıfta bulunulan Bourdieu tarafından işlenerek geliştirilmiş ve insanlar arası eşitsizliğin tüketim pratikleri üzerinden nasıl okunabileceğine dair yeni perspektifler ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşımlar, Marx tarafından nicel ekonomik göstergelerle ele alınan eşitsizlik meselesini, nicel olmayan yaşam tarzı farklılıkları üzerinden ele almışlar, yaşam tarzı farklılıklarını da tüketim pratikleri üzerinden analiz etmeye çalışmışlardır.
Bu genel çerçeveyi muhafaza etmek suretiyle moda konusuna gelecek olursak; modanın, kılık kıyafet sosyolojisi, kadın çalışmaları ve toplumsal cinsiyet, aile ekonomik sosyoloji hatta siyaset sosyolojisinin alanına giren çok farklı perspektiflerden ele alınabilecek bereketli bir konu olduğunun altını çizmek gerekir. Giyim ilk olarak değerlerin bir göstergesi, değeri cisimleştiren şeylerden biri olarak ele alınırken, ikinci olarak da gelir ve servet durumunun göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Dolayısıyla bir kişinin kıyafetine, içinde yaşadığı eve, kullandığı araç-gereçlere baktığımızda sosyolojik olarak hangi değerlere sahip olduğunu ve toplumsal pozisyonunu kestirebiliriz. Sorokin’den bu yana maddi kültür unsurlarının toplumun/grubun/kişinin değerlerinin bir göstereni olduğunu çok net olarak biliyoruz. Aynı maddi kültür unsurları, o toplumun/grubun/kişinin toplumsal tabakalaşma hiyerarşisi içindeki yerini de göstermektedir. Örneğin; grubun/kişinin hangi şehirde, bu şehrin hangi semtinde, bu semt içindeki hangi evde yaşadığına bağlı olarak onun toplumsal konumu hakkında çıkarım yapabiliyoruz. Zira konutun bir gecekondu mu, bir apartman mı, bir rezidansta mı olduğu, müstakil ve bahçeli olup olmadığı, mahalle içinde mi yoksa kapalı ve güvenlikli bir site içinde mi bulunduğu, dekorasyonunda hangi ürün ve malzemelerin kullanıldığı, konutu kullananın tabakalaşma hiyerarşisi içindeki yerini göstermektedir. Sosyal bilimciler bu konulara uzunca bir süredir kafa yormaktadırlar.
Simmel alanındaki ilk metinlerden biri sayabileceğimiz “Moda” başlıklı makalesinde, sınıfların ortaya çıkmamış olduğu toplum tiplerinde moda olgusuna da rastlanmadığını vurgular. Yazı öncesi kabile toplumlarını da bu açıdan ele alarak karşılaştırmış olan Simmel, sınıf düzenini geliştirmemiş toplumlarda kıyafetlerin daha birbirine benzer, daha az iddialı olduğunu, daha az takı kullanıldığını; sınıflı hâle gelen toplumlarda ise bunun tersinin gerçekleştiğini öne sürer. Dolayısıyla Simmel’e göre sadece modern toplumlarda değil toplumsal eşitsizliğin kurumsallaşmış olduğu tüm toplumlarda/topluluklarda modaya benzeyen toplumsal örüntüler ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde 14. yüzyılda Venedik’te aristokrat erkeklerin birbirlerine çok benzeyen siyah düz kıyafetler giymelerini de eşitsizlik meselesiyle ilişkilendiren Simmel, bu sade giyinmenin nedenini sayıca çok az olan aristokratların azlıklarını halkın gözünden saklama ihtiyacıyla açıklamaktadır. Bir başka deyişle üst sınıflar, sayıca oldukları ortaya çıktığı takdirde bu hiyerarşik düzeni muhafaza etmekte zorlanabileceklerini fark ediyorlar ve bunu gizliyorlar. Bu, modanın sınıflar arasında ayrım çizme fonksiyonunu tersinden okuyabileceğimiz en mükemmel örneklerden biridir. Egemenliklerinin tehlikede olduğunu düşünmedikleri durumlarda ise üst sınıflar, moda aracılığıyla alt sınıflarla aralarına bir ayrım çizmeye özen göstermişlerdir. Simmel’in analizlerinin kadın çalışmaları açısından önem taşıyan bir boyutu daha var. Simmel’e göre aynı tarihlerde Aydınlanma’nın etkisiyle kadınlar kamusal hayatta, kültürel etkinliklerde kendi adlarına yer almaya başladıkları İtalya’da abartılı bir kadın modası gelişmemiştir. Oysa Almanya’da kadınların toplumsal pozisyonu İtalya’dakine erişmemiş olduğundan ve toplumsal hayatta kendi adlarına katılamadıklarından burada aşırı gösterişli, çok süslü, detaylı, şatafatlı kıyafetlerle kendilerini gösteren bir kadın modası ortaya çıkmıştır.
“Egemenliklerinin tehlikede olduğunu düşünmedikleri durumlarda ise üst sınıflar, moda aracılığıyla alt sınıflarla aralarına bir ayrım çizmeye özen göstermişlerdir.”
Bu bağlamda zikredilmesi gereken diğer bir düşünür de Thorstein Veblen’dir. ‘Aylak sınıf teorisi’ ile bilinen Veblen, iktisatçı olmasına rağmen sosyolojiye özellikle de iktisat sosyolojisine büyük katkılarda bulunmuştur. Gösteriş tüketimi ve yaşam tarzı kavramları çerçevesinde, modanın temel işlevinin, üst sınıfların orta ve alt sınıflarla aralarına bir sınır çizme ihtiyacını karşılaması olduğunu öne sürer. Üst sınıflar, ihtiyaçları olmayan ürünlere, çok aşırı miktarda para sarf ederek üst sınıf statülerini pekiştirmektedirler. Veblen bu tespitiyle, sınıf-tüketim-moda ilişkisini kurmakta ve bunları birbirine bağlamaktadır. Gösteriş tüketimi kavramı da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Gösteriş tüketimi ihtiyaç dışı, gereksiz derecede pahalı lüks malların tüketimi anlamına gelir. Bunları tüketmek, tüketenlerin bedensel emekle hiçbir ilişkisi olmadığını kanıtlamaya da yarar. Çünkü bedensel çalışma, işçi sınıfının bir özelliğidir. Orta ve üst sınıflarda ise beden olarak harcanan emekten enelektüel olarak harcanan emeğe ya da hiç emek harcamamaya doğru bir eğilim söz konusudur. Dolayısıyla aylak sınıflar özellikle çalışmayı ve bedensel faaliyeti imkansız hâle getiren kıyafetlerle dolaşmayı tercih ederler. Kadınların giydiği korseler, etekleri kabarık tutan metal içlikler, ince ve yüksek topuklar, hareketi zorlaştırdığı ölçüde kişinin çalışmadığının kanıtı olarak algılanır ve tam da bu nedenle tercih edilir. Üretim faaliyetlerinde ya da kamusal alandaki herhangi bir faaliyette yer al(a)mayan kadınlar, eşlerinin servetinin göstereni olarak, onun bir diğer göstereni olan evin/malikânenin içinde hizmetlilerin yanında sembolik yerlerini almışlardır. Bu açıdan bakıldığında malikâne, mobilya ve süslemeler gibi kadın da bir süs ve kocasının servetinin bir gösterenidir. Büyük malikânelerde evin hizmetkârları da “efendilerinin” servetini vurgulayacak şekilde gösterişli olmalıydılar.
yazının ikinci bölümü için tıklayınız.
Editör Notu: Yukarıda yer alan metin, yazının birinci bölümüdür. “Tesettür ve Beğeni” başlıklı ikinci bölüm ertesi gün yayımlanmıştır.
Bu yazı daha önce; İLEM yayınları etiketiyle, Lütfi Sunar editörlüğünde yayımlanan “Beğeniler: Gündelik Hayatta Toplumsal Değişimin Yansımaları” isimli kitapta yer almıştır.