Salgın, Neoliberalizmin Krizi ve Toplumun Keşfi (Mi?) - İLKE Analiz

Salgın, Neoliberalizmin Krizi ve Toplumun Keşfi (Mi?)

Sercan Karadoğan

Salgın, maske, karantina döngüsünde bir yılı geride bıraktık. Bu, her açıdan herkes için çeşitli düzeylerde zorlu bir süreç olarak hayat hikayemizde önemli ve belki bir açıdan travmatik bir deneyim olarak yer işgal edecek kuşkusuz. Bu toplumsal kriz anında konu, sağlık sisteminin sağlamlığından, demokratik düzenin geleceğinden, küreselleşmenin çöküşüne, ekonomik yapının sürdürülebilirliğinden, gelir ve servet eşitsizliğine kadar bir çok farklı boyutuyla da ele alındı ve değerlendirmeler yapıldı. Ancak toplumsal krizin ötesinde bu yaşananlar tam teşekküllü bir sistem krizine, neoliberal kapitalizmin krizine dönüştü. Neoliberalizm, modern kapitalizmin ekonomik ve özellikle de finansal sistem üzerinden toplumsal alanı inşa etmesi ve dönüştürmesi anlamında, bir hayat görüşünü ve yaşama biçimini temsil etmektedir. Neoliberalizm, en kısa tanımıyla, 1980’lerden sonra ekonomi politikalarına hakim olan dünya görüşüdür. En temel argümanı, devletin ekonomiye müdahalesinin asgariye indirgenmesi ve kendi sorumluluk alanlarından bir kısmının piyasa güçlerine bırakılmasıdır. Bu anlamıyla, neoliberalizmde devlet, tercihini açık bir şekilde toplumsal fayda yerine özel sektör ya da sermayeden yana kullanmaktadır.

Bir salgınla karşı karşıya olduğumuz ve bunun olası tüm sonuçlarının her durumda sıradan insanların ve devletlerin aleyhine olacağı gerçeğinin hissedilmeye başlandığı andan itibaren iktidarlar açısından bir tercih yapılmasının da zorunlu hale geldiği görüldü. Bu neoliberalizm açısından gerçek anlamıyla ciddi bir sınavdı. Temel işleyiş mantığı, devletin ekonomik alandaki etkisinin azaltılması ve bu alanın piyasa mekanizmalarına terk edilmesi olan neoliberalizmin böylesi bir tehdit karşısında nasıl reaksiyon vereceği önemli bir sorunsaldı.

Mesela salgının Avrupa’da ilk görülmeye başlandığı ve çeşitli tahminlerin yapıldığı bir zamanda çoğu kurum ve kişi bu süreci Büyük Buhran’dan bu yana gerçekleşen en büyük çöküş ve kriz olarak nitelendirdi. Bu süreçte en ilginç ifadelendirmelerden birisi de IMF’ye (Ulusararası Para Fonu) aitti. IMF yaptığı analizde bu süreci “Büyük Tecrit” olarak tanımlıyor ve oldukça karamsar bir senaryo ve projeksiyon yapıyordu.[1] Özellikle “gelişmiş ekonomilerin” bu durumdan çok daha fazla etkileneceğini ve %6’lık bir küçülme yaşayacağını tahmin ediyordu. Bu senaryoda neoliberal kapitalizmin daha az hakim olduğu “gelişmekte olan ekonomilerin” daha düşük bir kayıp yaşayacakları da not edilmesi gereken bir noktadır.

Dolayısıyla, salgının ciddi bir ekonomik krizin de tetikçisi olabileceği ihtimali iktidarları—özellikle de “gelişmiş ekonomiler” arasında bir tercih yapma konusunda zorlamaktaydı. Neoliberalizmin kalesi olan iki ülkenin —ABD ve Birleşik Krallık—bu anlamıyla başlangıçta birbirine yakın tepkiler vererek önceliği ve tercihi ekonomiden yana kullanmaya karar verdikleri görüldü. Böylesi bir tercih özellikle toplumsal bir reaksiyonla karşılaştı ve devletlerin gerekli adımları atma konusunda çekimser kaldıkları yönünde eleştiriye uğradı.

“Salgının ciddi bir ekonomik krizin de tetikçisi olabileceği ihtimali iktidarları bir tercih yapma konusunda zorlamaktaydı. Neoliberalizmin kalesi olan iki ülkenin bu anlamıyla başlangıçta birbirine yakın tepkiler vererek önceliği ve tercihi ekonomiden yana kullanmaya karar verdikleri görüldü.”

Burada, devlet ve toplum konusunda bir parantez açmak gerekiyor. Modern devlet, tanımı gereği bir tür toplumsal sözleşmeye dayanır. Bu sözleşmeler demokratik yönetimlerde anayasal güvence altında korunur. Vatandaşların güvenlik başta olmak üzere —buna sağlık ve eğitim de eklenir— kişisel hak ve özgürlüklerinin korunması amacıyla devletle yaptıkları bu sözleşmede kısacası iki taraf vardır; devlet ve toplum. Dolayısıyla, toplumu oluşturan vatandaşlar, üzerlerine düşen görevi yazılı hukuk kurallarına uyarak, seçimlerde oy kullanarak, vergi vererek ve gerektiğinde askerlik hizmetini yaparak gerçekleştirirken; devlet de üzerine düşen sorumluluğu oluşturduğu çeşitli kurumlar ve politikalar vasıtasıyla gerçekleştirir. Bu anlamıyla, devletin asli görevi vatandaşlarının güvenliğinin sağlanması ve haklarının korunmasıdır. Bu hakların korunması, özellikle de toplumun tümünü ilgilendiren savaş, salgın, doğal afet gibi kriz anlarında daha da elzem bir hale gelir. Yağma, karaborsacılık, istifçilik vs. gibi toplumsal kaosa sebep olabilecek birçok sorunun önüne geçilebilmesi ve toplumsal düzenin muhafazası için devletin veya otoritenin varlığı ve müdahalesi gerekli ve zaruridir. Aksi taktirde, her bir krizin toplumsal düzenin ifsadına yol açması kaçınılmaz olur.

Bu anlamıyla, neoliberal sistem içinde devletin bazı görev ve sorumluluklarını mesela eğitim ve sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi yoluyla özel sektöre ve piyasa mekanizmalarına bırakması, devletin bu toplumsal sözleşmenin gerekliliğini yerine getirmediği anlamına gelir. Son yaşadığımız ve hala içinden çıkamadığımız bu salgın ve kriz de neoliberalizmde devlet gücünün özel sektörün çıkarlarından ayrılamadığını bir kez daha somut bir şekilde göstermiş oldu. Dolayısıyla, özellikle Birleşik Krallık ve ABD’de yaşanan ve devletin gerekli adımları atmakta çekimser ve ihtiyatlı davranmasına neden olan şey esasında bu politikalara olan sıkı bağlılıklarıdır.

Bu noktada ilginç bir hadise yaşandı. Salgının İngiltere’ye sıçradığı ve ülkede hızla yayılmaya başladığı bir dönemde mevcut durumla ilgili bir değerlendirme yaptığı bir video paylaşan Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, ulus çapında gösterilen çabayı —özellikle sağlık çalışanları ve bunlara destek olan binlerce gönüllüyü— takdir ettikten sonra, cümlesini “gerçekten toplum diye bir şey varmış” şeklinde bitirdi.[2] Johnson tarafından özenle seçilmiş bu ifade esasında, neoliberal düşüncenin önderliğini yapan Margaret Thatcher’in “Toplum diye bir şey yok” sözüne açık ve doğrudan bir göndermeydi. Neoliberalizmin en katı savunucularından birisi olan ve bu tavrından dolayı “Demir Leydi” namıyla da bilinen Thatcher, bahsi geçen konuşmasında insanların kendi sorunlarını topluma yıktığını söyleyerek, esasında toplum diye bir şey olmadığını, bireysel erkek, kadın ve aileler olduğunu ve insanların öncelikle kendilerine, sonrasında da komşularına bakarak kendi sorumluluklarını yerine getirmeleri gerektiğini ifade ediyordu.[3] Bir anlamda neoliberalizmin de temel formülünü veren bu ifadesiyle Thatcher, devlet ve toplum arasındaki ilişkiyi de yeniden tanımlamakta ve dizayn etmekteydi. Buna göre, bireyler kendi sorunlarının çözümü konusunda, neoliberal düzen içinde, devletten bir beklentiye girmemeliydi. Bunun yerine, kendi sorunlarının çözümü için öncelikle kendilerine, sonra da yakın çevrelerine bakmalıydılar. Devlet ise, her isteyene iş ve aş veren, yardım eden bir hayır kurumu değil; bunun yerine serbest piyasanın işleyişini muhafaza edecek, sermayenin daha çok azınlık refahı yaratmasına imkan verecek düzenlemeleri yapmakla yükümlü olacaktı.

Birleşik Krallık Başbakanı Boris Johnson, ulus çapında gösterilen çabayı takdir ettikten sonra, cümlesini “gerçekten toplum diye bir şey varmış” şeklinde bitirdi. Johnson tarafından özenle seçilmiş bu ifade esasında, neoliberal düşüncenin önderliğini yapan Margaret Thatcher’in “Toplum diye bir şey yok” sözüne açık ve doğrudan bir göndermeydi.

Bu anlamıyla, Johnson’ın ifadesindeki boyut, “yıllardır toplum diye bir şey olmadığı konusunda kandırıldık, ancak şimdi gördük ki toplum diye bir şey var” şeklindeki bir aydınlanmadan ziyade devletin zaten çekildiği bir alanda bireylerin kendi gönüllü çabalarının tasdikidir. Bu nedenle, Johnson’ın Thatcher’in ifadesini reddeder görünen bu atfı içinde, iki boyut göze çarpmaktadır; birincisi toplumsal dayanışma, ikincisi de kriz anlarında neoliberal devletin yetersizliği. Yukarıda neoliberal düzen içerisinde devletin fonksiyonu ve işlevini tanımlarken, devletin tercihinin toplum (ya da bireyler) yerine, özel sektör (ya da sermaye) olduğunu belirtmiştik. Dolayısıyla, bu açıdan, Johnson’ın vurguladığı nokta, toplumun keşfi değil, kriz anlarında devletin yetersizliğidir. Toplumun ya da bireylerin kendi gönüllü çaba ve dayanışması zaten Thatcher’in tanımındaki noktadır. Toplumun böylesi bir reaksiyonu olmasa olacaklar olanlar, yani toplumsal düzenin çökmesi, devletin tüm sorunlara yetişememesi ve sistemin işleyememesi gibi ortaya çıkacak yeni sorunlar konusundaki derin endişedir esasında Johnson ve türevlerini rahatsız eden. Bu anlamıyla, bu, neoliberalizmden bir geri dönüşü değil, “bizim yapmadığımız şeyleri siz yapıyorsunuz, aynen böyle devam edin” şeklinde bir tür memnuniyet ve teşvik ifadesidir.

Sonuç itibariyle, siyasetin mevcut işleyişi ve seyri açısından, yeni toplumsal örgütlenme ve dayanışma biçimlerinin geliştirilmesinin zorunluluğu, böylesi kriz zamanlarında daha iyi anlaşılmaktadır. Kapitalizm sonrası senaryoların ve alternatif sistemlerin konuşulduğu bu zaman diliminde, toplumun keşfi ve geleceği de buna bağlı olacaktır.

[1] https://blogs.imf.org/2020/04/14/the-great-lockdown-worst-economic-downturn-since-the-great-depression/

[2] https://www.theguardian.com/politics/2020/mar/29/20000-nhs-staff-return-to-service-johnson-says-from-coronavirus-isolation

[3] https://www.theguardian.com/politics/2013/apr/08/margaret-thatcher-quotes

0 yorum

Diğer Yazılar