Türkiye’de son on yıldır gündemden düşmeyen en sıcak konu göç problemidir. Bölgesel istikrarsızlık, kalabalık göç hareketleri üreterek Türkiye’yi -Batı’ya yakınlığı sebebiyle- kaçınılmaz olarak zorunlu göç meselesiyle boğuşur bir halde bırakmaktadır.
Suriye’de yaşanan iç savaştan sonra gerçekleşen yoğun göç dalgası yeni tamamlanmışken, Amerika’nın Afganistan’dan çekilmesi ve Taliban güçlerinin yönetime el koyması ile detaylarını henüz bilemediğimiz ikinci bir dalga ile karşılaşmanın şaşkınlığını yaşıyoruz. Bu iki örnekten sonra net olarak anladığımız şey ise, Türkiye’nin artık bir hedef ülke olduğu ve gelecekte oluşacak muhtemel göç dalgaları için daha hazırlıklı olması gerektiğidir.
Diğer taraftan ülkemizde bulunan Suriyeli göçmenlere karşı olumsuz bakış açısı popülist politikaların kurbanı olmaya devam etmektedir. Yakın zamanda bazı belediyelerin şehirlerinde bulunan göçmenlere karşı aldığı ırkçı kararların, siyasi liderlerin göçmenler üzerinden ürettiği korkudan beslendiğini söylemek yanlış olmaz. Yine son yıllarda yapılan araştırmalar, Türk halkının Suriyeli göçmenlere karşı koyduğu sosyal mesafenin azalmak yerine arttığını göstermektedir.[1] Göç, farklı kültür, din, dil, ırktan kişilerle, yani “ötekiyle” bir anda iç içe olmamıza yol açan bir olgudur. Bilinmeyene karşı duyulan korku hala göçmenlerle ilgili algımızı şekillendirmeye devam etmektedir. Öte yandan göçün mutlak anlamda olumsuz bir olgu olmadığını görmek mümkündür. Göçün aynı zamanda, dünya üzerindeki belirli ülkelerin kendilerine yapılmasını istediği ve başka ülke vatandaşların hedef ülkelere gitmek için çabaladığı bir yönü de bulunmaktadır. Karşılıklı anlaşma üzerine kurulu bu göç biçiminde hedef ülkenin göç ile özellikle ekonomik ve kültürel olarak zenginleştiğini görmek mümkündür. Bu ise bizi basit bir matematik hesabına götürüyor: Eğer göçün ülkemize kattığı olumlu etkileri bilirsek, ona karşı bakış açısı değişebilir mi? Fakat bu soruyu sorabilmek için, önce başka bir soruya cevap vermiş olmamız gerekiyor: Göçmenlerin ülkemize katkıları nelerdir? Ya da: Göçmenlerin ülkemize katkılarını ne kadar biliyoruz?
Tahmin edileceği gibi, özellikle Suriye’den gelen, göçmenlerin henüz ülkeye katkıları hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Göçmenlere yönelik istatistiki verilerin kamu ile paylaşılmasında son yıllarda yeterli şeffaflıktan bahsetmek zordur. Yine Türkiye’de kayıt dışı ekonominin büyüklüğü sebebiyle, göçmenlerin ekonomik katkılarını hesaplamak da güç hale gelmektedir. Üstelik bu belirsizlik, göçmenlerin ülkeye ekonomik yükünün katkılarından çok olduğunu söyleyen yaklaşımı test etme imkanını da elimizden alıyor. Fakat bunun sebebini sadece yönetimin istatistik üretmedeki eksikliği ile açıklamak haksızlık olacaktır. Bunun için öncelikle bazı kavramları netleştirdikten sonra, göçü kendi ülkesi için bir avantaja dönüştüren ülkelere bakarak konuyu derinleştirebiliriz.
Öncelikle düzenli göçmen ve sığınmacı arasındaki farkı açıklamak gerekir. Düzenli ya da iradi göç, bir ülkeden başka bir ülkeye genelde iş ve eğitim gibi sebeplerle gerçekleşen insan hareketliliğine verilen isimdir. Dünyada düzenli göçmen sayısının 300 milyona ulaştığı görülmektedir. AB ülkeleri her yıl 3 milyon düzenli göçmeni ülkelerine kabul etmektedir. Bu rakamın yaşlanmaya bağlı olarak yakında 5 milyona çıkacağı düşünülmektedir.
Düzenli göç, özellikle yaşlanmakta olan Batı ülkelerinin gerekli olan insan kaynağını karşılamak için başvurduğu bir yöntemdir. Basit bir şekilde bakarsak; devletler gerekli planlamaları yapar, yıllık alım miktarı belirlenir, ihtiyaç kollarına göre taksim edilir ve müracaatlar değerlendirilerek ülkeye alınacak kişiler seçilir. Bu yolla ülkeye girecek göçmenlerin önceden planlanması, sürprizlerin önüne geçtiği gibi, bu hareketliliğin ülke için maksimum değeri üretmesi beklenebilir.
Nitekim makro ekonomik verileri atlayarak pratikte birkaç örneğe bakabiliriz. Mesela Almanya’da Covid-19 aşısını iki göçmen Türk doktorun bulması, ya da İngiltere’nin Tokyo 2020 Olimpiyatları’nda kazandığı madalyalarda göçmen kökenli sporculara büyük bir borcunun olması ya da ABD’nin azalan “beyin göçü” sebebiyle bazı iş kollarında insan kaynağı eksikliği yaşaması, düzenli göçün gelişmiş ülkeler için önemini gösteren somut örneklerdir.
Batı’nın Suriyeli göçmenlere yönelik gösterdiği kayıtsızlığın altında bu temel politikanın da yattığını görmek mümkündür. Mesela nüfusuna oranla dünyanın en çok göç alan ülkesi olan Kanada, her yıl yaklaşık olarak 300 bin düzenli göçmeni ülkesine kabul etmektedir. Konu sığınmacılara geldiğinde ise aynı cömertliği görmek mümkün değildir. Kanada 10 yıl içerisinde BM aracılığıyla sadece 75 bin Suriyeli göçmeni ülkesine kabul etmiştir. Bu konu Kanada’da tartışılmaya başlandığında bir gazetecinin “Göçmenleri nasıl alacaksınız?” sorusuna Trudeau’nun kamplara gidip ülkeye girecek kişileri tek tek seçeceklerini söylemesi, düzenli göç politikasına benzer bir seçiciliğin, insanı bir konuda da uygulandığının bir göstergesi olmuştur. Elitist ya da seçici insanilik olarak isimlendirebilecek bu yaklaşım, zorunlu olarak ülkelerinden göç eden insanlara kapılarını açarken bile, bir ülkenin kendi faydasını önceleyebildiğinin bir göstergesi olmaktadır.
Görüleceği gibi savaş ya da farklı bir sebep ile ülkelerini terk etmek zorunda kalan kişilerin oluşturduğu düzensiz göç ile; hedef ülkenin iş, ekonomi, sağlık, eğitim gibi farklı alanlarda faydalandığı düzenli göç arasında derin bir ayrım oluşmaktadır. Bu bakımdan Türkiye tamamen plansız gerçekleşen bir göç hareketinin kurbanı olmuştur. Bu sebeple düzenli göç hareketlerinde olduğu gibi bunu bir avantaja dönüştürme ve karşılıklı fayda üretme imkanını ilk aşamalarda düşünememiştir bile. Fakat artık göçün tamamlandığı bu evrede, göçü kendi avantajımıza çevirecek enstrümanları üretemezsek, kalabalık arasındaki nitelikli iç gücünü kaybetmeye devam edeceğiz. Bu bağlamda başta belirttiğimiz soruyu biraz değiştirerek yeniden hatırlamakta fayda var: Biz ülkemize gerçekleşen göçün potansiyelinden ne kadar değerlendiriyoruz?
“Artık göçün tamamlandığı bu evrede, göçü kendi avantajımıza çevirecek enstrümanları üretemezsek, kalabalık arasındaki nitelikli iç gücünü kaybetmeye devam edeceğiz. “
Türkiye, gelişmekte olan bir ülke olarak göç veren tarafta yer almıştır.[2] Bu durumun artıları yanında en şikayet ettiğimiz konulardan birisi, gerçekleşen beyin göçü sebebiyle ülkenin nitelikli işçi gücünü kaybettiği yönündedir. Suriye’den gerçekleşen düzensiz göçün insani boyutunu bir kenara bırakacak olursak, ülkede oluşturduğu yük ile birlikte yeni fırsatların da kapısını açmıştır. Bu düzensizlik arasında doktor, akademisyen, mühendis, sanatçı gibi farklı alanlardan insanlar da ülkemize sığınmıştır. Fakat düzensiz göçün, doğru politikalarla düzenli hale getirilememesi, ülkemize göç eden insanların niteliklerine yönelik etkin adımlar atılmasını engellemiştir. Bu sebeple göçün ilk evresinde ülkemize sığınanların bir kısmı zaman içinde niteliklerini değerlendirebilecekleri Batı ülkelerinden kabul alarak buradan ayrılmışlardır. Göçün kaotik yıllarında ne kadar insan kaybettiğimizi tespit etmek imkansız fakat hâlâ burada kalanların Batı’ya doğru ne ölçüde kaydıklarını da yeterince bilmiyoruz. Görünen o ki, kendi vatandaşlarımızın yanı sıra, sığınmacıların beyin göçünü önlemede de sıkıntı yaşıyoruz.
Konuyu daraltarak kültür sanat alanına baktığımızda net örnekler bulmak mümkündür. Bir sanatçının yetişebilmesi için on binlerce liralık kamu harcamasının yapılması gerekmektedir. Yetenekli bir kişinin genç yaşta doğru yönlendirilebilmesi, yüksek öğretimi de kapsayan sanat eğitimini başarıyla tamamlaması ve sanat alanında yaratıcı ürünler vermesi, zaman ve para gerektiren bir yatırımdır. Suriye’den gerçekleşen göç ile birlikte farklı dallardan sanatçılar da ülkemize sığınmışlar ve bu alanda bir beyin göçü gerçekleşmiştir. Fakat diğer alanlarda olduğu gibi Türkiye’ye sığınan sanatçılar gerekli ilgi, istihdam ve çalışma koşullarından mahrum kaldıklarında doğal olarak Batı’ya yönelecek, başarılı olurlarsa gittikleri yeni ülkede sanat alanına katkı sağlayacaklardır. Ülkemizde ne kadar göçmen sanatçı olduğu ya da ne kadarının Türkiye’ye geldikten sonra ayrıldığı bilinmemektedir. Fakat en azından elimizde bulunan sanatçıları kaçırmamak için gerekli girişimlerde bulunmakla zararın neresinden dönülürse kar elde edilecektir.
Üstelik sanatçıları nitelikli insan olarak tasnif ederken, bunun sadece kısa vadede ekonomik getirilerinden bahsetmiyoruz. Bunun ötesinde sanatçıların Türkiye’deki kültür alanına katacakları çeşitlilik, Suriyelilerle ilgili algıyı yumuşatma güçlerinin olması, küresel sanat piyasasında zayıf olan Türkiye’nin etkisini arttırıcı unsurlara sahip olmaları, özellikle İstanbul’un küresel bir sanat merkezi haline gelmesinde katkı sağlamaları gibi konularda da etkilerinin büyük olacağı düşünülebilir. Üstelik sanatçılara gösterilen özen sayesinde Türkiye göç hikayesini daha etkili anlatabilme fırsatını da elde edebilir.
İLKE Vakfı, bu konuyla ilgili yaptığı değerlendirmelerin sonucunda bir süre önce eyleme geçti ve Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın desteğinde bir proje başlattı. “Sanatın Göçü” isimli proje ile, Suriyeli sanatçıların hikayeleri yaptıkları göçün sanatlarını nasıl etkilediğini öğrenmek ve Türkiye sanat alanına göçmen sanatçıları tanıtmak, yeni iş birliklerinin ortaya çıkmasını sağlamak, onları yerli sanatçılarla bir araya getirerek kültürel çeşitliliği arttırmak hedefleniyor. Projenin, ülkemize göç eden sanatın, bize katabileceği potansiyeli ortaya çıkarmasını umuyorum.
[1] Burada bahsedilen “sosyal mesafe”, pandemi bağlamında kullanılan fiziksel mesafeyi değil, sosyal bilimlerde iki grup arasındaki olası mesafeyi anlamak için kullanılan ölçektir.
[2] Ülkemiz, imparatorluğun çöküş evresine girdiği dönemden itibaren bir göç ülkesi olmuştur. Fakat burada kastedilen, nitelikli insan göçüdür.