Ek Yerleştirme Penceresinden Yüksek Öğretimin Görünümü - İLKE Analiz

Ek Yerleştirme Penceresinden Yüksek Öğretimin Görünümü

İbrahim Hakan Karataş

Ek yerleştirme başvurularının devam ettiği bugünlerde yüksek öğretime boş kalan kontenjanlar ve ikinci ek yerleştirme uygulaması üzerinden bir değerlendirme yapmakta yarar olabilir.

Her yıl yaklaşık 2,5 milyon aday -çoğunluğunu yeni mezun ya da “mezuna kalan” çok genç bir kitle oluşturuyor- yükseköğretim programlarından birinde eğitim görebilmek için Yüksek Öğretim Kurumları Sınavı’na (YKS) başvuruyor. İki aşamadan oluşan sınav sonuçlarına göre ön lisans ya da lisans programlarından birine yerleşmek üzere bir sıralamaya tabi tutuluyor.

Bu sıralama neticesinde son beş yıllık veriye göre başvuran adayların yaklaşık %60’ı tercih yapabilme hakkı kazanırken, bunların ancak yarısı bir yükseköğretim programına yerleştirilebiliyor. Bu durumda yükseköğretim kurumları sınavına giren her 3 öğrenciden birinin bir yükseköğretim programına yerleştiği anlaşılıyor. Yerleşenlerin ön lisans ve lisans programlarına yerleşme oranları ise birbirine eşit düzeyde gerçekleşiyor. Gerek ön lisans ve gerekse lisans programlarına yerleşen her üç öğrenciden biri de açık öğretim fakültelerine kayıt oluyor.

Yine son 5 yıllık veriye bakıldığında kontenjanların ortalama %20’si ile %5’i arasında bir oran boş kalıyor. Boş kalan kontenjanlar da her yıl ek yerleştirmelerle tamamlanmaya çalışılsa da kayıt yaptırmayan hesaplandığında boş kontenjanlar boş kalmaya devam ediyor. Esasen bir milyonu aşan kontenjan oranı, ortaöğretimden mezun olan öğrenci sayısına neredeyse denk olduğundan, bu oranda bir boş kontenjan kalmasının anlaşılabilir olduğu iddia edilebilir. Ancak yüksek öğretime yönelik talebin artması ile çağ nüfusu dışındaki bireylerin de yüksek öğretim almaya yönlendikleri görülüyor. Diğer taraftan yaşam boyu öğrenme ve sürekli mesleki gelişme talebi ve ihtiyacının artması ikinci, hatta üçüncü yükseköğretim talebini artırırken lisansüstü eğitime yönelik talebi de artırıyor.

YılBaşvuranHak KazananTercih YapanKontenjanYerleşenBoş Kalan
201622563771957626137000785239679224960147
201722658441846880994766910671696288214383
2018238141217491441206811839490710982128508
201925280311761394111264082469475346171233
202024369581745642115163283822178116557056
20212426554  858116688727169399

Türkiye’de çalışma çağ nüfusunun (25-64 yaş) lise mezunu oranının % 40’tan, yükseköğretim mezunun oranının da %15’ten düşük olduğu göz önünde bulundurulduğunda kalkınma ve büyüme dinamiklerini harekete geçirmek bakımından orta ve yüksek öğretim mezunu nüfusu artırma çabalarının gerekli ve hatta gecikmiş olduğu öne sürülebilir.

Diğer taraftan kalkınma düzeyi ve büyüme hızı ile yüksek öğretimleşme oranı arasındaki dengesiz durumun bir sosyal sorunu da beraberinde getirdiği inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Derinleşemeyen ekonomi, sürdürülemeyen büyüme, istikrarsız piyasalar, bölgesel farklılıklar ve eğitim kurumları arasındaki derin nitelik farklılıkları yükseköğretim tercihlerinde, boş kontenjanlarda ve tercih eğilimlerinde kendini gösteriyor.

“Kalkınma düzeyi ve büyüme hızı ile yüksek öğretimleşme oranı arasındaki dengesiz durumun bir sosyal sorunu da beraberinde getirdiği inkar edilemez bir gerçek olarak karşımızda duruyor.”

Tıp ve hukuk fakülteleri dışında neredeyse bütün fakültelerde boş kontenjanların olması ve bunların istikrarlı biçimde artış göstermesi, bu dengesizliğin açık yansıması olarak okunabilir. Diğer taraftan eğitim fakülteleri ve ilahiyat fakültelerinin doluya yakın tercih edilmesi devlet garantili bir gelecek ve kariyer beklentisinin açık göstergeleri olarak değerlendiriliyor. Pedagojik formasyon sertifika programlarının geçen yıl kaldırılması ile –son günlerde yeniden açılması konuşuluyor- temel bilimlerin tercihler bakımından iyice gözden düştüğü görülüyor.

Diğer taraftan neoliberalizm ve serbest piyasa ekonomisinin en görünür olduğu alanlar olarak işletme, iktisat, ekonomi gibi bölüm ve programları barındıran siyasal bilimler fakültelerinin eski cazibesini yitirdiği görülüyor. Daha belirgin bir eğilim ise mühendislik fakültelerine yönelik rağbetin artmasında görülüyor. Başta inşaat mühendisliği olmak üzere birçok mühendislik alanının artık gençlerin ilgi ve kariyerleri bakımından daha az tercih edilen alanlara dönüştüğü görülüyor.

Şüphesiz, son iki yılın en önemli gündemi olan ve eğitim sistemlerini kökten etkileyen Covid-19 salgını sebebiyle oluşan öğrenme kayıplarının bu yılki YKS sonuçlarında ve tercihlerinde etkisi olduğu göz ardı edilemez. Son yıllarda sosyal, ekonomik, politik alanlarda hızlı ve derin bir dönüşüm yaşandığı da açıktır. Ancak Covid-19 gibi bir küresel krizin ya da iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişmelere paralel yaşanan sosyal değişimlerin, yükseköğretime geçişte gençlerin tercihlerine yansıması; devlet garantili işlere daha fazla temayül olarak tezahür etmesi üzerinde düşünmeyi hak ediyor. Bunlara ek olarak bunca kampanya, proje ve yönlendirmelere karşın meslek lisesi öğrenci sayısındaki düşüş, Türkiye’de ortaöğretim ile yükseköğretim arasında tek organik bağın devlet garantili bir programa yerleş(tir)me ilişkisi üzerinden kurulduğunu gösteriyor.

Türkiye, bölgesinde ve dünyada, sosyal, kültürel, coğrafi, konjonktürel bakımdan uluslararası öğrenciler için de önemli bir destinasyondur. Son yıllarda uluslararası öğrenci sayısındaki nispi artışa rağmen dünyadaki ivmelerle karşılaştırıldığında kalite ve çeşitlilik bakımından düşük kalan uluslararası öğrenci sayısı da Türkiye’de yükseköğretim alanında bir transformasyonun gerekliliğine işaret ediyor.

Bugün ilk ek yerleştirmenin son gününde yaklaşık 200 bin boş kontenjanın bir miktarının dolacağı, taban puanların düşürülmesiyle gerçekleştirilecek ikinci ek yerleştirmede de belki tarihin en yüksek yerleştirme oranına ulaşabiliriz. Ancak bu durum bize orta ve yükseköğretim ile ilgili olarak kalkınma, büyüme, bölgesel farkların azaltılması, eğitim kurumlarının niteliklerinin bir standarda kavuşması ve sürdürülebilirlik bakımından bir ilerleme sağladığımızın garantisi olmayacak.

Okul öncesindeki sorunlar da tam olarak çözülmemiş olmakla birlikte temel eğitim alanında sorunlarını önemli ölçüde çözmüş olan Türkiye’nin önünde ortaöğretim ve yükseköğretim ağırlaşan sorun alanları olarak bir süre daha durmaya devam edecek gibi görünüyor.

Bu sorunun altındaki kök nedenler hakkında ve bunun topluma, ekonomiye ve kalkınmaya etkileri üzerine görüşlerimi dilim döndüğünce gelecek yazılarımda açıklamaya çalışacağım.

0 yorum

Diğer Yazılar

Yorum yap