Son zamanlarda Türkiye sivil toplumunu en çok meşgul eden başlıklardan birisi mülteciler idi. Biz de bu doğrultuda Abdullah Resul Demir, Ferhat Kentel, Metin Çorabatır ve Rıdvan Kaya’ya “Son günlerde Türkiye gündemini oldukça meşgul eden bir mülteci meselesi mevcut ve konuyla alakalı ciddi bir dezenformasyon söz konusu. Peki, siz bu gündem karşısında Türkiye sivil toplumunun gerek kitlelerin doğru yönlendirilmesi gerekse de mültecilerin temel ihtiyaçlarının karşılanması açısından performansını nasıl değerlendirirsiniz?” sorusunu sorduk.
Cevapları için kendilerine teşekkür ederiz.
“Mülteci Karşıtı Söylem Siyasi Propaganda Olarak Kullanılıyor”
Abdullah Resul Demir – Uluslararası Mülteci Hakları Derneği Başkanı
Bu konuda -biz de dahil olmak üzere- eksiklikler var. Zira birileri mülteciler aleyhine yalan yanlış bilgiler ile desteklediği provokasyon ve popülizm içeren söylemleri ile halkı özellikle sosyal medya üzerinden örgütlüyor ve mültecilere düşman hale getiriyor. Bunların birçoğu ise insanlıktan nasibini almamış siyasiler aracılığıyla yapılıyor.
Bunun karşısında otoritenin doğru bilgiyi paylaşarak, bu tür nefret söylemlerinin neye ve kime hizmet edeceğini ve olası sonuçlarını anlatmalıyız. Örnek vermek gerekirse, Suriye’de, savaşın halen var olduğunu, insanların halen can ve mal güvenliğinin olmadığını anlatabiliriz. Özellikle mültecileri güven açısından Türkiye’nin önünde tehdit görenlerin bu tür söylem ve çıkışları ile güvenliğimize kastettiklerini açıklamalıyız.
Bizler dernek olarak son zamanlarda çıkan asılsız haberlerin tamamının aslını kitleleri doğru yönlendirebilmek adına sosyal medyamızda paylaşmaya özen gösteriyoruz. Hoş bu zamana kadar, birisinin de “hatalı olarak paylaşmışız kusura bakmayın” dediklerini de rast gelmedik. Böyle bir şey de beklemiyoruz. Çünkü bu tür kişilerin hedefi kuyuya taşı atmak ve istenilen sesi getirmek, gerisi onlar için teferruat.
Bütün sivil toplumun ülkemizdeki mültecilerin neden Türkiye’ye gelmek istedikleri, varsa esas amaçlarını, geldikleri ülkenin siyasi ve ekonomik durumlarını, insanların burada gerçekte nasıl yaşadıklarını, yine ekonomik durumlarını, onların ülkeye katkılarını anlatma hususunda daha derin çalışmalar yapılmalıdır. Her şeye rağmen olumsuz olan şeylerin haber değerinin yüksek ve hızlı yayılması bilimsel açıdan daha kolaydır. Lakin halkımızın bu konuda duyarlı olması, bu tür kişilerin ülkemizin barış ortamını bozmayı hedeflediklerini göz ardı etmemeleri gerekir.
Bu tür haberler ne yazık ki insanımızı etkilemektedir. Bu açıdan bazı belediyeler özellikle yardım yapmaktan imtina edebilmektedir. Yine aynı şekilde bazı STK’ların mülteciler için toplayabildiği yardımların miktarı azalmaktadır. Bu da toplum olarak temel ihtiyaçları karşılama açısından bizleri mükemmeliyetten uzak tutuyor. Ancak ülkemizde bulunan mülteci sayısı itibariyle gerek toplumumuzun mültecilere bakışı gerekse mültecilerin uyumu, kendi ihtiyaçlarını karşılama düzeyi dikkate alındığında başarısız olduğumuzu söylemek de haksızlık olur. Milletimizin bunca yıllık örfü, kültürü, misafirperverliği, mazlumun elinden tutuşu, STK’ların bu kapsamdaki üstün gayreti ve devletimizin uygulayacağı uyum politikalarının güçlendirilmesi ile çok daha başarılı olunacağına inanıyorum.
“İnsan Olmaya Dair Oldukça Vasıfsızlaşıyoruz”
Ferhat Kentel – Akademisyen
Türkiye’de bir ağırlık merkezi olan, toplumun ortalamasını temsil eden bir sivil toplumdan bahsetmek çok zor. Çok parçalı, cemaatleşmiş kamusal alanlardan, parçalı ve birbirini duymayan “sivil toplumlardan” bahsetmek, bana göre, daha mantıklı. Bu parçalı yapı içinde, ana hatlarıyla özetlemek gerekirse, mülteci nefretiyle kendini var eden toplumsal gruplar da var, mültecileri araçsallaştıran, koz olarak kullanan ve mülteciye bir türlü “mülteci” statüsünü veremeyen devlet-hükümet kontrolündeki “gayri sivil” odaklar da var. Ya da mültecileri ucuz işgücü olarak kullanan, açıkça ifade edilmemiş başka türlü bir ırkçılık da var. Bütün kutuplaşmış dillere karşılık, ellerinden geldiği kadar mültecilere insani bir mercekten bakmaya çalışanlar da var. Dolayısıyla aslında Türkiye’nin mülteci meselesi, bir mülteci meselesi olmaktan ziyade, Türkiye’nin siyaset üretemeyen kutuplaşmış ortamının yansımalarından başka bir şey değil. Başka bir ifadeyle, farklı siyasi ve kültürel gruplar, mültecilerden bahsederken, aslında başka bir gündem üzerinden konuşuyorlar. Bu parçalı sivil toplum halinde mülteci meselesi üzerine sağduyulu bir yaklaşım gelişmesini beklemek de çok zor. Dolayısıyla, çok güçlü olmayan sesler dışında, ben sivil toplumun performansını “çok kötü” olarak değerlendiriyorum. Bu performans bu kadar kötü olduğu için, mülteciler insan altı bir konumda sömürülen, hakarete uğrayan ve linçe uğrayan insanlar olarak ortada kalıyorlar.
Mülteciler meselesinde şeffaf olmayan devlet-hükümet politikaları altında, toplum olarak kendi üzerimize düşünme becerisini de geliştiremiyoruz. Bu toplumun tarihteki göçmenlik ve mültecilik hallerini hatırlayamıyoruz ve bu topraklara gelen insanların yaşadıkları travmaları bir türlü anlama yeteneği geliştiremiyoruz. Ve tabii ki, olan sadece mültecilere olmuyor, bu memleketin vatandaşları olarak biz de insan olmaya dair oldukça vasıfsızlaşıyoruz.
“Sivil Toplum Kuruluşlarının Savunuculuk Yönleri Zayıf”
Metin Çorabatır – İltica ve Göç Araştırmaları Merkezi (İGAM) Başkanı
Türkiye’de sivil toplum mültecilere yönelik dezenformasyonlara mücadele ve mültecilerin temel ihtiyaçlarının karşılanması konusunda yetersiz. Her şeyden önce sivil toplumun bu alanda çalışan kuruluşlarının -onlara akademisyenleri de katabiliriz- sayısı oldukça az. Geçmişe göre bu sayı oldukça arttı ancak sorunun hacmi itibariyle mülteci karşıtı kampanyalara karşı sesleri cılız çıkıyor. Bir başka sorun sivil toplum kuruluşlarının savunuculuk yönlerinin zayıf olması. Bu alanda referans alınması gereken uluslararası mülteci hukuku, uluslararası pratik, uygulamalardaki yanlış bilgiler ve bunları takip edecek belirli stratejiler geliştirecek kapasiteleri yok. İletişim elemanları az ve tecrübesiz. Neyi nasıl savunacaklarını bilmiyorlar. Savunmalar daha çok duygusal ve mantıksal boyutta kalıyor. Savunma kısmı hem sayıca daha zayıf hem de kapasite itibariyle saldırıları hukuki temelde püskürtecek bilgi birikimi eksik. Üçüncüsü de STK’lar arasında iletişim eksik, birlik yok. Bunlar da istendiği kadar etkili olmuyor.
İnsani yardım anlamında da STK’lar yeterlilik sağlayamıyorlar. Değişik tür STK’lar var. Bazıları koruma dediğimiz toplumsal temelli koruma projeleri yürütüyorlar. Bazı inanç temelli STK’lar var onlar da fon ve kaynak bulmakta tecrübeliler onları daha çok yardım kuruluşu olarak dağıtıyorlar. Ama inanç temelli STK’ların da kurulma sebepleri özellikle mülteciler değil. Aslında Türk halkının ihtiyaç sahibi kesimlerine yönelik ama mültecilere de kaynakların bir kısmını dağıtıyorlar. Sivil toplumun tek başına bu yükü kaldırma kapasitesi yok. STK’ların Türkiye’deki çalışma koşullarında kendi kaynaklarını oluşturmalarını sağlayacak hukuki mevzuat da yeterince uygun değil. Vergi yüklerimiz var. Bir çalışan alındığı zaman çalışanın eline geçen para kadar vergi yükümlülüğü de oluyor. Birçok ülkede sivil toplumun yararlandığı vergi kolaylıklarından Türk sivil toplumu yararlanamıyor. Dolayısıyla operasyonlar da çok masraflı oluyor ve altından kalkamıyoruz. Biz yardım için kurulmadık ama biz de kamuoyundan yardım geldiğinde ihtiyacı olan Türk vatandaşları ve mültecilere ulaştırıyoruz. Biz önce sadece araştırma kuruluşu olarak kurulduk. Ardından mülteci korumasına yönelik operasyonel şeyler yaptık. Şimdi de gelen yardımları dağıtıyoruz. Kendi insanî paylaşım ekibimizi oluşturduk. Koruma -biraz daha hukuki bir terim- ve yardım birbirinden ayrılmaması gereken iki bütün. Ofisimize yardım almak için gelenler başka hizmetlerin de olduğunu görüp eğitim desteği olsun, hukuki destek olsun, sosyal destek olsun; onlara yönlendiriliyorlar. Böylece ofislerimiz daha çekici oluyor.
Sivil toplum bu alanda son derece zayıf. Geçmişe kıyasla çok büyüdü ama burada krizin büyüklüğü, mülteci sayısının inanılmaz derecede artmış olması sivil toplumu da harekete geçirdi. Ama daha da güçlenmesi lazım. Elbette aralarında kaynaklara erişim noktasında bir rekabet olacak ama bunu abartmamak, işbirliğine ve ortak amaçlara yönelik hareket etmek daha iyi olur.
“Muhacir Düşmanı Anlayışla Mücadele Etmek Gerekiyor”
Rıdvan Kaya – Özgür Düşünce ve Eğitim Hakları Derneği (Özgür-Der) Başkanı
Nasıl tanımlanırsa tanımlansın, ister mülteci, ister sığınmacı, göçmen veya geçici koruma altındaki misafir vs. sonuçta ülkesinde can güvenliği bulunmadığından ya da daha iyi bir yaşam umuduyla yaşadığı beldeyi terk edip Türkiye’ye gelmiş insanlarla birlikte bizler de bir imtihandan geçiyoruz. Bu çaresiz, mazlum ve yoksul milyonlar hayatta kalabilmek için ve insanca yaşama hayaliyle çıktıkları bu yolculukta büyük zorluk ve sıkıntılarla karşılaşır, inanılmaz aşağılamalara muhatap olurken bizler -bu ülkenin yerlileri- de insanlık ve kardeşlik sınavından geçiyoruz. Ne yazık ki yaşadığımız bu coğrafyada köklü bir geleneği olan ırkçı tutumun kirlettiği zihinler, kararttığı kalpler yüzünden pek de başarılı bir sınav verdiğimiz söylenemez.
Mülteciler/muhacirler aleyhine muhalefet partilerinin ve iktidar karşısında konumlanmış birtakım isimlerin öncülük ettiği suçlama ve dışlama söylemi medyada tam bir linç kampanyasına dönüşüyor. Ne insani, ne ahlaki hiçbir zemini olmayan iddialar, yargılar sistematik bir tarzda bir yalan ve iftira fırtınasına dönüşüp sokağa doğrudan baskı ve şiddet şeklinde yansıyor. Ve sonuçta çaresizlikten dolayı zaten zor durumda olan, sığınmacı konumuna düşmüş insanların daha fazla horlanması; gerek psikolojik, gerek fiziki açıdan daha fazla ezilmeleri durumu ortaya çıkıyor.
Şüphesiz muhacirlerle ilgili olarak estirilen bu gayrı insani, gayrı İslami atmosferden rahatsız olan, bunu değiştirmek için uğraşan, yıllardır muhacirleri kardeş bilip onlara ensar olma bilinciyle hareket eden şahıslar, çevreler, kuruluşlar da mevcut. Ve bunların sayısı ve etkinliği hamd olsun az değil. Ne var ki son süreçte bu yönde çaba sarf eden şahısların ve çevrelerin işlerinin daha bir zorlaştığı da açık.
Ne yazık ki azgın bir şekilde yükseltilen ırkçı, zalim kampanya karşısında ısrarla toplumu doğru bilgilendirme, kardeşlik ve dayanışma bilincini yaygınlaştırma, İslami, insani, ahlaki değerleri ön planda tutarak tavır belirleme yönünde sarf edilen çabalar yetersiz kalıyor. Kimi kesimler kabartılan bu insanlık dışı atmosferi geçiştirme eğiliminde. Çok fazla üzerine gidilmezse bir müddet sonra bu azgın kampanyanın yatışacağı zannediliyor. Oysa bu tespit doğru değil.
Alabildiğine popülist ve aynı oranda da basit ve seviyesiz kampanyalarının şu veya bu oranda sonuç verdiğini gören ırkçı çevrelerin bu saldırgan tutumlarını sürdüreceklerini görmek gerekiyor. Bilhassa iktidarı bu pozisyondan sıkıştırmanın kolay ve sonuç alıcı olduğunu hissettikleri oranda muhalefet partilerinin bu yarayı daha fazla kanatma eğilimi içerisine girecekleri kesindir. Şimdiden şahit olduğumuz çirkinliklerin seçimlerin yaklaşmasıyla çok daha fazla kabartılacağını tahmin etmek ise hiç zor sayılmaz.
Bu noktada öncelikle alttan almanın, yatıştırma adına ırkçı çevrelerin seslendirdikleri birtakım tezlere haklılık payı tanımanın, ikna etme ve makulleştirme mantığıyla kimi eleştirilerine hak vermenin çok temel bir yanlış olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bilinmelidir ki bu tutum saldırganlığın dozunu azaltmaz, artırır.
Mülteci/muhacir düşmanı anlayışla her boyutta mücadele etmek gerekiyor. Bir yandan ırkçı söylem ve çağrıların insanlık suçu olduğunu, İslami değerlerin inkarı anlamına geldiği açıklıkla vurgulanırken, aynı zamanda sığınmacıların bu ülke ekonomisine yük olduğuna dair iddiaların yanlışlığı net verilerle ortaya konulmalıdır. Yine sığınmacılara ilişkin ortalıkta dolaştırılan şehir efsanelerinin gerçeği yansıtmadığı, örgütlü ve sistematik biçimde gündemleştirilen vergi vermedikleri, devletten yardım aldıkları, hastanelerde öncelikli hizmet aldıkları vb. iddiaların birer yalandan ibaret olduğu sürekli vurgulanmalıdır. Ve yine hukuk zemininde ırkçılığın mahkum edilmesine yönelik olarak da çabalar artırılmalıdır. Sığınmacı karşıtı söylemlerde bulunanların birçoğunun sözleri ve eylemleriyle TCK’nın ayrımcılık ve tahrik suçlarını işlediklerinden hareketle yasal açıdan bu kişilerin ceza alması için çalışılmalıdır.
En önemlisi ise tüm bu çirkinlik, zalimlik karşısında sessiz kalan, pasif bir tutum sergileyen çevreler hareket geçirilmeli, başta Diyanet olmak üzere gerek resmi gerekse de gönüllü kuruluşların sahada daha aktif bir tutuma yönelmeleri sağlanmalıdır. Toplumu doğru yönde bilgilendirme ve yönlendirme sorumluluğuna sahip kurumlar ve çevrelerin irtibat içerisine girmeleri için ortak bir zemin oluşturulmalı ve aktif biçimde süreci takip etmeleri sağlanmalıdır.
Editör Notu: Bu yazı, İLKE Vakfı bünyesinde kurulan TODAM (Toplum Araştırmaları Merkezi) bülteninden alınmıştır.