Ülkemizin en iyi hukuk fakültelerinden birinde ilk dersin açılışında hocanız, hukuk sizin adaleti sağlamanızı değil kanunları iyi bilerek müvekkilinizi en iyi şekilde savunmanızı sağlar, minvalinde bir cümle kurabilir. Önemli olan hukukun amacının -özünde- adaleti tesis etmesi iken, hukuk ve adaletin ilişkisiz olduğunu hukuk fakültesinde duyabilirsiniz. Yahut hukuk ve adalet ilişkisine dair hiçbir şey duymadan da mezun olabilirsiniz.
Her şeyi yerli yerine koymak anlamına gelen adalet, hukuk fakültesi mezunlarına emanetken yahut öyle olması gerektiği düşünülüyorken, kendi eğitimini dizayn etmemiş olması düşünülmemelidir. Bu nedenle avukat, hâkim, savcı, yasama uzmanı ve sayabileceğimiz diğer birçok meslek grubunun yetiştiği yer olan hukuk fakültelerinin kimi yetiştirdiği sorusu, kimi yetiştirmek istediğinden bağımsız değildir. Hukuk fakülteleri incelendiğinde görülecektir ki, fakülteler yalnızca kanunların uygulayıcısını yetiştirmeye odaklanmış, teknik bir eğitim vermektedir. Adaletin temsilcilerini en azından kanun yapıcılarını yetiştirmesi gerekirken hâlihazırda kanunların adalet ile ilişkisini sorgulamadan, yalnızca uygulanmasını sağlayacak kişileri yetiştirmeye odaklanmış olması dikkat çekicidir. Artan fakülte ve öğrenci sayısıyla da ilişkili olabilecek olan bu durum, hukuk fakültesinin anlamını yitirmesine neden olmaktadır. Hukuk meslekleri arasındaki statü algısının ve uygulamaya yansıyan farkın dahi bu eğitim sisteminden kaynaklandığının altı çizilmelidir.
Hukuk fakültesi mezunları bilir ki, fakültenin en çok ihmal edilen derslerinden biri hukuk felsefesi ve sosyolojisidir. İnsani ihtiyaçların çekirdeğinde bulunan adaleti tesis etmesi beklenen hukukun elbette ki psikoloji, sosyoloji ve felsefeden bağımsız olarak bir başına teknik eğitim olarak verilmesi, adil bir sistemin ne kadar uzak olduğunu anlamak için yeterlidir. İşin aslı; insanı tanımayan, toplumunu bilmeyen, hukuk felsefesinin ne olduğunu ve hukuka niçin ihtiyacımız olduğunu idrak edemeyen bir mezunun kanun yapıcı ve uygulayıcısı olması korkutucudur. Zira insanların hayatlarını derinden etkileyen, özgürlüklerine müdahalede bulunabilen hukukun kılıcı keskindir ve kestiği parmağın acısı diğer dokuz parmağa bakarak giderilememektedir.
“İşin aslı; insanı tanımayan, toplumunu bilmeyen, hukuk felsefesinin ne olduğunu ve hukuka niçin ihtiyacımız olduğunu idrak edemeyen bir mezunun kanun yapıcı ve uygulayıcısı olması korkutucudur.“
Mühendis yetiştirir gibi yetiştirilen hukukçularımız ve mühendislik eğitimi veren hukuk fakültelerimiz, adalete eriştirmesi gereken hukuk sisteminin hangi parçasını oluşturuyor? Önüne konulan kanunun adalet ile ilişkisine bakmaksızın, bir makine gibi nasıl işletilebileceğini öğrenen hukuk mühendisi olarak isimlendirebileceğimiz bu kişiler, dört yıl boyunca maruz kaldığı bu sistem içerisinden nasıl sorgulayıcı, nasıl kanun yapıcı olarak çıkabilir? Toplum sözleşmesinden bugüne, geldiğimiz noktada hukukun insandan bu kadar bağımsızlaşması ve bu anlamı yitirmesi insan hayatı için korkulacak noktalardan biridir. Toplum sözleşmesi, bir toplumdaki insanların uzlaşması üzerine oluşurken, geldiğimiz noktada üzerinde uzlaşılan bir hukukun olmaması; kanun yapıcıların ve uygulayıcıların insandan, insana dair olandan, toplumdan ve adaletten fikri olarak uzaklaşmasının sonucu olarak gözükmekte.
Hukuk fakültelerinin sayılarını konuştuğumuz şu son günlerde, şayet adil bir hukuk sistemi istiyorsak ders içeriklerinin, ders programlarının da konuşulduğu bir noktaya evrilmemiz zaruri gözüküyor. Mezun olduktan sonra avukat, hakim, savcı, akademisyen, bilirkişi, arabulucu, uzlaştırmacı, noter olması beklenen -ki bunların dışında toplumu doğrudan etkileyen pek çok farklı birimde görev alan- hukuk fakültesi öğrencilerine insan-toplum-hukuk-adalet ilişkisini geliştirici bir eğitim programı sunulmaması hukuk sistemimizin neden böyle olduğunun da bir göstergesidir. Hukukun farklı birimlerinde görev alan bu kişilerin, ortak adalet bilincine sahip olmaması hukuk meslekleri arasındaki uzlaşıyı da zorlaştırmaktadır.
Önümüzdeki yıllarda uygulamaya koyulacak olan avukatlık mesleğine giriş sınavı mevcut koşullarda yerinde bir düzenleme olmakla birlikte maalesef hukuk fakültelerinde misyon değişikliği üzerinden ele alınmamakta, yalnızca artan mezun sayısına bir kota olarak düşünülmektedir. Artık doğrudan herhangi bir mesleğe geçiş imkânı vermeyen hukuk fakültelerinin adaletin temsilcisi olacak kişilerde anlamlı bir bütünlük oluşturabilmesi beklentisi karşılığını bulmalıdır. Bunun yolu ise ancak yapılacak program değişiklikleri ile mümkün olacaktır. Mademki fakülte sonrası sınavlar ve stajlar ile kişi mesleğe hazırlanmaktadır, öyleyse fakülte yıllarında ortak adalet bilincine ve uzlaşıya dair bir eğitim programının verilmesinin önünde bir engel kalmamaktadır. Nitekim -kabullenmekte zorlansak da- meslek yüksek okullarına dönüşmüş hâlde bulunan hukuk fakülteleri, artık doğrudan bir mesleğe kabule imkân sağlamıyorsa ve kişiler mesleğe kabul için yeniden hazırlanmak zorunda ise teknik eğitimin öneminin de bir nebze azalması bekleniyor. Fakültelerde verilen eğitimin, bilginin ezberlenmesi ve tekrarından ziyade okuma-yazma-dinleme-yorumlama yetisini geliştirmeye ve bilgiyi işler hâle getirmeye yönelik olması önem arz ediyor. İnsana dair bilgiye sahip olan ve kanunları yorumlama yeteneği gelişen hukuk fakültesi öğrencisinin adalet-hukuk ilişkisine dair bütünlüklü bir kazanımının olması arzulanıyor.