Gelenekten bugüne şehir, kent hatta belde ayrımı muhasebesi yapılmadan söylenir durur. Kent ve şehirlik kavramları ise daha çok büyük şehirlerde telaffuz edilir. 2000’li yıllar sonrası değişen sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik yapı özellikle daha çok yapılaşma ile beraber bu kavramların kullanımını mimarlara bırakmıştır. Oysa her yönden değişen iklim, insan ve tabiat hakiki teraziyi tartamayacak anlamlar üretmiştir. Bu yazıda bu üç kavramı ele almayacağız. Daha çok bir şehrin, bir mekanın, binanın, yolların, köprülerin, meydanların ziyaretçisi tarafından geçmişi ve geleceği bağlamında nasıl tahayyül ve tasavvur edildiğini ve bunun karşısında nasıl bir değişime uğradığını; neyi yitirip neleri kazandığımızın fotoğrafını çekip tartışmaya açacağız.
Özellikle geleceğin şehirleri kavramı ile birlikte yeni şehirler, yeni yaşam alanları oluşturma meselesi, esas hissedilmesi gereken kentlilik ve kent olgusunu büsbütün yeni baştan oluşturmuştur. Kendine yeten kentler, şehirleşmeyle birlikte kendine yetemez olmuş, özellikle kimlikleşmiş alanlarını da şehirleşmeye kurban etmiştir. Tarihi bir şehir; ruhuna ve dokusuna uygun bir yaşatmanın mesuliyetini verir. Böylesine kadim bir medeniyet olmamıza rağmen yitirilen sorumluluk hissi, bir mekanın yalnızca bir mekan olmadığı anlayışıyla mimari/insani ilişkisini gözler önüne serer. Değişen yaşam şartları, süregelen nüfus artımı karşısında doya doya nefes almak için ancak derin bir rüyanın ardına düşmek gerekebilir.
Şerefli insan, bulunduğu mekanı güzelleştiren insandır. Gelinen bu noktada kültürel ve tarihi miras açısından bakılırsa; kentsel büyüme, ulaşım sorunları, kimlik ve değerleri koruma adına kapsamlı müdahalelere ihtiyaç duyulmaktadır. Korumayı sağlamak ve aynı zamanda kullanım dengesini ve vizyonunu doğru bulabilmek için artık bütün yaklaşımlar, toplumun dinamik ihtiyaçlarını bağlamına yerleştirerek, miras değerlerinin yeni nesillere sunumunu ve yorumu yapılabilecek yöntemleri geliştirmek arayışı içinde olmuştur.
“Kentsel büyüme, ulaşım sorunları, kimlik ve değerleri koruma adına kapsamlı müdahalelere ihtiyaç duyulmaktadır.”
Artık neredeyse bütün şehirlerimiz tarihi dokusuna rağmen kurulduğu ilk günden farklı olarak sürekli gelişen bir metropolün kalbi durumuna dönüşmüştür. Sürekli ziyaret deneyimine uğrayan bu yerler her ziyaretçinin olgusunu kabul eder. Mesela bir şehri ziyaretinizde neyi önemsersiniz, neyi görmek ve hangi özelliğinden faydalanmak istersiniz gibi sorular her kentin kurucularının ve yönetenlerinin bilmesi gereken en önemli unsurlardır.
Gerçi bir şehrin en önemli unsurları her dönemde değişir. Farabi bir şehri faziletli ve faziletsiz olarak ikiye ayırır. Şehirleri din, diyalektik, iktisat, coğrafya, doğal süreç merkezli olarak da ele almak gereklidir. Şehrin geçmiş ve geleceğini zihniyet değişimi ile açıklama elbet mümkündür. Bu değişimleri en iyi Turgut Cansever’in çalışmalarında görmekteyiz. “Bir şehir aynı zamanda gelecek nesillere de ait olacaktır. Gelecek nesillere de ait olacak şehrin gelecek nesillerin sahipleneceği ortak amaçlara, inançlara, dine, ahlaka, davranış tarzlarına hizmet eder olması lazımdır.” (Cansever, Bir şehir Kurmak, s. 36-37) Turgut Cansever, kent kelimesinden ziyade şehir kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Bu seçimde şehir anlamına gelen Medine kelimesinden türeyen medeniyet kavramının pek çok fikir adamı tarafından dinin kurup büyüttüğü şehir kültürü bağlamında ele alındığını söylemeliyiz. Batı’ya baktığımızda ise kenti şehirden ayıran Max Weber, The City kitabında şehri, oryantalistik anlamda iki kategoriye ayırdığı Doğu ve Batı şehri tezini sosyolojik ve tarihi anlamda prototip olarak ele alır.
Şehirleri arşivsel olarak da ele almak gerekebilir. İnsan hafızasıyla insandır. Şehirler de insanlar gibidir, hafızaları vardır. Bu hafızalar; zamanda, mekanda, gravürlerde, kitaplarda, haritalarda, sokaklarda yaşamaya devam eder. Şehrin geçmişi geleceğine yön verir bir bakıma. Şehir tarihiyle, mabetleriyle, çeşmeleriyle, hatıralarıyla konuşur, bunlarla var olur. Şehirlerin tarihini ve yaşanmışlığını bir doküman olarak gören ve bu çerçevede yazı ve belgesel çalışmaları ortaya koyan Akif Emre, İslam şehrine dair modern zihni sürekli meşgul eden bir soru ile meşgul olmuş, şehirlerin neden meydanlara sahip olmadığı üzerine düşünmüş. Çünkü modern şehir kavramı, aydınlanma düşüncesinin eseri olduğu kadar bir tür Roma öykünmesidir. Şehrin aydınlanmacı organizasyonu bireyin nefes alacağı ama kitlesel olarak bir anlam kazanamayacağı, örgütlenemeyeceği açık alan-cadde tasarımı üretmiştir. İslam şehirlerinde ise bu durum daha farklıdır. Evini haremlik ve selamlık esası üzere kuran bir hayat tarzının kurduğu şehirlerde de mahremiyetin esas alınması kaçınılmazdır. Bu konu ayrı bir tartışma konusu olarak ele alınması gerekir. Çünkü meydanlar meselesi Roma’dan itibaren, nekropol şehirlerin varlığına, İslam şehirlerindeki meydanların nasıl bugünlerde Batı geleneğine sahip meydanlar haline gelindiğine dek izahat muhtaç iç içe geçmiş sorular silsilesidir.
Şehrin geçmişi ve geleceği, fikri, ideali, maddi ve manevi meseleleri hakkında zamanda ve mekânda yolculuğa çıkılmalıdır. Geçmişte olduğu gibi günümüzde de şehirlere toplumsal perspektiften bakmak, onların bizim için toplumsal statüde çarpan kalp, ağaran yüz, düşünen beyin, söz söyleyen dil olduğunu bilmek gerekir.