Santuruyla sesimizi içlendiren Sedat Anar’la yeni kitabı Hallerin Esiri’ni ve Türkiye’de toplumun, kültürün, sanatın ve sanatçının durumunu konuştuk. Kendisine teşekkür ederiz.
Müzik ve edebiyatla iç içesiniz, hangisine daha yakın hissediyorsunuz ve derdinizi daha rahat anlatıyorsunuz? Ya da derdi anlatmak mümkün oluyor mu?
Tabii ki hayatıma ilk önce müzik girdi. Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesine bağlı Argıl diye bir köyde doğup büyüdüm. Müzikle başladım, ilkokuldan itibaren cura çalmaya başladım. sonra bağlama çaldım. Sonrası uzun hikaye…
Edebiyatla ise lisede tanıştım diyebilirim. Köyümüzde Kemal Yalçın isimli edebiyat öğretmeni vardı. İlk önce bana Maksim Gorki’nin Ana kitabını okuttu. Sonra Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sını okudum. Sonra Maksim Gorki’nin Ekmek İşçileri’ni okumuştum. Hatta o kitap beni o kadar çok etkilemişti ki, köyde iki tane fırın vardı onlara odun taşımak gibi hemen yardım etme isteği oluşmuştu.
Daha sonra şiirle tanıştım, o da lisede oldu ve yine öğretmenim sayesinde. Zaten hep söylüyorum, taşrada/köyde yaşayan birinin hayatını değiştiren kişi öğretmenidir. Bu böyledir. Ama iyi bir öğretmendir, kötü bir öğretmen böyle etkileyemez.
Liseden çıktıktan sonra Hacettepe Üniversitesi’nde Tarih bölümünü kazanınca müzik yapmayı sürdürdüm ama bir yandan da hep okumaya, araştırmaya yazmaya devam ettim. Zaten benim Sokakname kitabım, o yıllarda yazdığım günlüklerden oluşan bir kitap.
Nedense son beş yıldır edebiyat beni fazlasıyla içine aldı diyebilirim. Hatta eşimle bazen bunu tartışıyoruz, sabah 5.30’da uyanıp bir şeyler yazıyorum. Küçücük bir balkonumuz var, o sessizlikte ya şiir okuyorum ya bir öykü, roman okuyorum.
Bu soruya tabii müzik mi edebiyat mı diye bakarsam söyleyeceğim şey bence müziktir. Müzikte kendimi buluyorum fazlasıyla. Derdimi anlatabildiğimi düşünüyorum, hissediyorum.
Santur çalıyorum, Türkiye’de santur pek bilinmiyordu, mütevazı olmayacağım bu konuda birçok insan santuru benim sayemde öğrendi. Santurun tarihini anlatan bir kitap yazdım, albümler yaptım. Mesela “Biraz da Santur Anlatsın” diye bir bestem var. O biraz da bu yorgunluğumun, genç yaşta santurla ilgili yaşadıklarımın şikayeti gibi bir şeydi.
Bir belediye kurumuna gidip santur çalıyorum dediğim san”tur”u turizm şirketi sanıyordu. Bir ortamda santur çalıyorum deyince “O nedir?” diye soruyorlardı. Bir yerde -mesela kendi memleketim Urfa’da- konser yapamıyordum çünkü santurun ne olduğunu bilmiyorlardı. Çin çalgısı sanan bir bakış da vardı. Ben de artık bunlardan bıktım. Biraz da santur anlatsın yani “sesini bir dinleyin, kendisi de bir şey diyor burada” demek için…
Bestelerde kendimi çok iyi yansıttığımı düşünüyorum. Yani birçok bestemi örnek verebilirim. Mesela “Kuş Ağacı” diye bir bestem var, tamamen Ülkü Tamer’in toplu şiirlerini okuduktan sonra yaptığım bir beste. Mesela “Karanfil Sokak”; yıllarca Ankara’da Karanfil Sokak’ta santur çaldım. O sekiz yıl boyunca yaşadıklarımı iki buçuk dakikalık bir besteyle insanlara anlatmaya çalıştım. Derdini anlatma kısmı için bunu söyleyebilirim.
Çok farklı kesimler tarafından ilgiyle takip edilen ender sanatçılardan birisiniz. Siz bu durumu nasıl yorumluyorsunuz? Hem sizin özelinizde hem de toplumdaki bu ayrışma bağlamında.
Bu ilk zamanlardan beri böyleydi. Mesela Ankara’da benimle birlikte çalan arkadaşlar diyordu ki “Ya Sedat bak bu kadar farklı insanı bir araya sadece sen getirirsin.” Bu beni çok mutlu eden bir şey, bazen tabii ki böyle şeyler de oluyor.
Mesela Haydar Ergülen, benimle ilgili bir yazı yazmıştı Hürriyet Gazetesi’nde. Ki Haydar Hoca’yı yıllardır okurum, çok severim. Doğan Hızlan yazdı mesela. Beşir Ayvazoğlu “Sedat’ın Santuru” diye bir yazı yazdı. benimle ilgili yazı yazanlar üzerinden örnek vermek istiyorum yani bu durumu. Bu beni mutlu eden bir şey. Hatta Haydar Hoca bir ortak arkadaşımıza demiş ki “Sedat iki cenahtan da sevilen ender insanlardan biri.”
Bu biraz tartışma konusu da oluyor. Mesela CHP belediyesinde konser yaptığım zaman, özellikle Ekrem İmamoğlu seçimi kazandıktan sonra, “Görüyor musun İmamoğlucu” falan gibi şeyler söyleniyor. Öncesinde Ak Parti belediyelerinde konser yapınca “Görüyor musun Ak Partici” deniliyordu. Sonra mesela, Aliağa’da MHP belediyesinde konser yapınca “milliyetçi-faşist” diyenler oluyor. Yakın zaman önce de Doğu Anadolu Kalkınma Ajansı’yla Hakkari’ye gittik. Yüksekova’ya, Şemdinli’ye… Yıllardır kimsenin gitmediği yerler buralar. Orada konser yapınca da “Görüyor musun o Kürtçü” deniliyor Kürtçe söylediğimiz için. Bundan bıktım yani, diyorum ki canları cehenneme.
Sanat güzel bir şey. Tarkovski’nin dediği gibi dünyayı güzelleştirmek için bir araç. Ben de böyle düşündüğüm için elimden geldiğince sanatımı hem müzikle hem edebiyatla yapmaya çalışıyorum. Sosyal medya kahramanı olmak istemiyorum. Bir eser üretiyorum, bir kitap yazıyorum, bir beste yapıyorum ve bunu dinleyiciye bırakıyorum. Ve beni dinleyen herkes benim başımın tacı.
Kürt meselesinden bahsettiniz. Son kitabınız Hallerin Esiri’nde de bu konuya değiniyorsunuz, o yüzden burayı biraz açmak istiyorum. İnsanların Kürtçe eserlerinize bakışı genel olarak nasıldı? Sizin yıllar içinde Kürtçeye bakışınız nasıl gelişti, değişti?
Ben zaten Kürtlerin yaşadığı bir coğrafyada doğup büyüdüm. Teyzelerim, dayılarım, ninem hâlâ Türkçe bilmez; Kürtçe konuşurlar. Dolayısıyla iki dilli bir çocukluk geçirdim. Ve ilk dinlediğim müzisyenler de doğal olarak Kürt müzisyenler oldu. Hatta geçenlerde ilkokulda, ortaokulda dinlediğim müzisyenlerin kasetlerini almışım onları paylaştım sosyal medyadan. Nizamettin Ariç, Şivan Perwer, Ciwan Haco gibi Kürt müzisyenleri dinleyerek büyüdüm.
Müziğimde bana ayrı bir yol çizen bir albüm oldu: Metin&Kemal Kahraman’ın “Ferfecir” isimli bir albümü vardı. Onlar da Zazaca müzik yapıyordu, enstrümantal müzik yapıyordu, Türkçe de yapıyordu hatta. O benim ufkumu açtı. Hayatımda ilk kez enstrümantal bir albüm dinledim.
Daha sonra müzik yapmaya devam ettim ve Kürtçe bestelerim de oldu. Mesela Ahmed-i Hani’nin, Feqiyê Teyran’ın, Exlatî’nin şiirlerini de besteliyorum. Maalesef Türkiye’de yıllardır süren o çatışma süreci var ya… Kürtçe bir şey söylüyorum, Youtube’daki videonun altına hemen “bunu niye söyledin ki” diye yorum geliyor. Beni dinleyen insanlardan bunu duymak beni çok üzüyor.
Kürt edebiyatıyla ilgili de şöyle bir algı var, Kürt edebiyatı sadece Türkiye’deki Kürtlerin edebiyatı sanılıyor. Fakat öyle değil, geniş bir coğrafyaya yayılmış durumda. Irak’taki, Suriye’deki, İran’daki ve Türkiye’deki Kürtlerin edebiyatı bu. Bunu da İran’a gidince anladım ben, ondan önce bilmiyordum.
Müzikten örnek vereyim. İran’da Kamkars isimli dünyaca ünlü bir grup var, Nobel Ödülleri’nde bile çaldılar. İran Kürt müziğinin ve edebiyatının ayrı bir yeri var.
Edebiyatta da durum böyle. Suriyeli, Halim Yusuf diye bir yazar var. Kürtçe yazıyor, Türkçeye çevrilen “Balıklar Susadığında” isimli müthiş bir romanı var. Onu okuyunca çok etkilendim.
Bugün şimdi bir öykü, roman, şiir yazan birini getirelim karşımıza, bize çağdaş İran edebiyatından (yanı başımızdan) beş tane öykücü sayamaz muhtemelen. Ya da beş tane şair sayamaz. Müzisyenler de müzisyen sayamaz. Ben bunu çok erken fark ettim. Bizim komşu ülkeleri çalıştım önce. Bulgaristan edebiyatı, Yunanistan edebiyatı, Ermeni, Rum, Suriye…
Bunu çalışırken şunun farkına vardım. Dünyaya açılmak istiyorsan dünyayı iyi tanıman gerek. Önce kendi çevrenden başlayarak, sonra da tüm dünya müziğini ve edebiyatını bilmelisin.
Bir de “bu kitap çok dile çevrilsin” diye bir bekleyiş var. Sen dünyayı tanımadan dünya seni tanımaz. Sen dünyadaki edebiyatı okumadıktan, müziği dinlemedikten sonra seni niye okusunlar, dinlesinler?
Şimdi bununla ilgili yeni bir proje var, çekimlerini bitirdik; Eylül’de yayına başlayacak. TRT Müzik’te bir proje yazdım. Dünya müziğiyle ilgili 26 bölüm çektik. Japonya’dan, Azerbaycan’dan, Irak’tan, İran’dan, Polonya’dan, Yunanistan’dan ve dünyanın çok farklı ülkelerinden müzisyenleri davet edip onlarla sohbet edip müzik yaptık. Bu gerçekten insanın ufkunu açan bir şey.
Mesele sadece Kürtçe de değil yani. Anadolu’da yaşıyorsa insan bir merak eder Kürt müziği, Ermeni müziği ve edebiyatını… Bunun bir sanatçıyı geliştireceğini düşünüyorum.
Galiba bu etkileşimi sağlayacak açıklığa henüz ulaşamadık. Kürtçe söylediğinizde tepki gördüğünüzü söylediniz, bu durumda diğer dillerle etkileşim de daha da zor kurulur sanırım. Bu sorunu çözmek için, yani Türkiye’de yaşayan Kürtlerin kendilerini daha rahat, özgür ve “ev sahibi” hissetmesi için ne gerekiyor sizce? Sanat bu anlamda dönüştürü bir rol oynayabilir mi?
Tabii ki. Biz Doğu’da konser yaptığımız zaman Kürtçe bir eser söylediğimizde herkes heyecanlanıyor, coşkuyla alkışlamaya başlıyor. Yasaklandığı için değil; devlet bir kanal açmış sonuçta, TRT Kurdi’de programlar var. Doğu Anadolu’da, Güneydoğu’da bunu yapmak kolay, bu daha çok Batı’da sıkıntı oluyor.
Üsküdar’da konser yaparken iki tane Kürtçe ilahi söyledim, çıkışta kendi dinleyicilerimden rahatsız olanlar gelip “Onu söylemeseydiniz daha iyiydi” dediler. Yani bunu Türkler dert ediyor, Kürt dinleyici Kürtçe söylenince mutlu oluyor zaten. Batı’daki algıda mesele, oraya bakmak lazım.
Konserlerden örnek verdiniz, ben de tam bu konuya geçecektim. Siz uzun süre sokak müziği de yaptınız. Pandemi sürecinde hem sokakta hem de sahnede sanatını icra eden müzisyenlerin çok zorlandığını gördük. Siz bu konuda yetkililerin attığı adımları nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterli miydi, yeterli değilse ne yapılmalı?
Pandemi döneminde ben de işsiz kaldım. “Altı ay evde oturup masraf yapacağımıza köye gidelim” dedim eşime. Bol bol kitap okudum, anneme babama yardım ettim.
Maalesef birini yakinen tanıdığım üçüyle de ismen tanıştığım dört müzisyen arkadaşım intihar etti…
Birkaç gün önce de çok iyi bir keman virtüözü İlyas Tetik (Müslüm Gürses’ten Muazzez Ersoy’dan İbrahim Tatlıses’e kadar birçok ünlü isme yıllarca keman çalmış bir keman virtüözünden bahsediyoruz), maddi sıkıntılar sebebiyle intihar etti.
Yani… Bu çok çok kötü bir şey.
Türkiye’de şöyle bir şey var. Mesela ben MESAM ve MÜYORBİR üyesiyim. Sağ olsun devlet bunlara üye olanlara (olmayanlara da bir kayıt yapın, müziğe nasıl başladığınızı anlatan bir hikaye yazın diyerek) yanılmıyorsam 32 bin kişiye dört ay bin lira, üçüncü ay üç bin lira olmak üzere toplamda yedi bin lira ödeme yaptı. Ben de bu desteği aldım. Fakat burada sorun şu, Türkiye’de kayıtlı olmayan o kadar çok müzisyen var ki… Kafede, barda çalıyor; bir kurumun üyesi değil.
Devlet bu durumu tam anlayamadı galiba. “Tamam biz biraz para verdik ama bu insanlar yine de şikayet ediyor” diye düşündü. Çünkü Türkiye’deki müzisyenlerin %75’i kayıtlı değil. bu yüzden çok kötü bir süreç geçti.
Şunu da eklemek isterim: Şimdi gece 12’den sonra müziğin yasak olmasına çok karşıyım. Bence doğru bir karar değil. Eğlence sektöründe müzik yapan bir sürü arkadaşımız var. Onlar akşam onda başlıyor, gece ikiye kadar devam ediyor genelde; özellikle de tatil yerlerinde böyle bu. Bir müzisyen için çok kötü bir şey bu yasak, doğru bulmuyorum.
Şimdi pandeminin etkisinin azalmasıyla işler yavaş yavaş açıldı diye düşünüyorum. Çünkü ben de bir buçuk yıldır hiç konser yapamıyordum ama son iki haftadır toplamda yedi konser yaptım.
Umarım hem sizin hem de diğer sanatçıların etkinlikleri ve etkileri artar. Çok teşekkür ederim cevaplarınız için.
Ben teşekkür ederim, umarım…