William Shakespeare’in Hamlet’e meşhur tiradının girişinde söylettiği “To be, or not to be – That is the question”(Olmak ya da olmamak – işte mesele bu) cümlesindeki ontolojik yükü, artık “aşı olmak ya da olmamak” şeklinde güncelleyebiliriz. Hatta Şükriye Özgül’ün “aydınlatıcı bir sohbet” olarak yayına hazırladığı, Yavuz Dizdar’ın Olmak Ya da Olmamak: COVID-19 Pandemisi ve Aşıların Kısa Bir Özeti kitabının isminde tam da bu yapılmıştır. Öte yandan, pandeminin başından bu yana salgından daha hızlı yayılan komplo teorileri de kendi ontolojilerinin gereği olarak “olmak ya da olmamak” cevrindeydi.
İdeolojik yaklaşımların “Olmasaydın Olmazdık” ile “Olmasaydı da Olurduk” ikili karşıtlığı (binary opposition) üzerinden tasavvur edilip tartışıldığı bir ülkede her şey bir hayat-memat meselesi kadar diyalektiğin uzantısıdır. Yaşam-ölüm ikileminin, bir zamanların popüler dizisinin bilindik arabesk repliği olan “Ölüm ölüm dediğin nedir ki gülüm? Ben senin için yaşamayı göze almışım” ifadesiyle hafızalarda halen tazeliğini koruyabilmesi ise hiç şaşırtıcı değildir. Halbuki bu toprakların zihniyet topografyasında “Ölmeden önce ölünüz” (şimdilerde başka bir popüler dizinin “Ölmeden evvel ölenlerin hikayesi” şeklinde tanıtımında kullanılmasından öte) tavsiyesi/emri, “Kıyametin kopacağını bilseniz bile elinizdeki fidanı dikiniz” ile aynı kaynaktan beslendiğinden hayatın nasıl anlamlı kılınacağının yolunu göstermektedir. Elbette bu rehberlik “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” veya “adalet, dikenlere değil güllere su vermektir” şeklinde formüle edilerek bir yandan da ruhi ab-ı-hayatın kaynağını perçinlemektedir.
İşin özü, var olmanın hem kendisi hem de sonuçları o kadar ağırdır ki; bu düğümü ancak ölüm çözebilir. Belki de bu yalın gerçek karşısında Epikür’ün ölüm fikrine alışmamız gerektiği öğüdüne daha çok kulak vermeliyiz. Yaşamın bu ağırlığını ironik biçimde kitabının isminde hafifleştiren -ve Prag Baharı ile müteakip Sovyet tanklarının Çekoslavakya işgalini Tomas, Tereza, Sabina ve Franz’dan oluşan dört temel karakter üzerinden ele alan- Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği romanı, var olanın ölümlülüğünü gayet güzel anlatmaktadır. Kundera, toplumsalın önce kararsızlığa tahvil olup sonra da sonra da yok olacağına dair çözümlemesi belki de bu paradoksu çözmenin en edebi yoludur. Lakin iş komplo teorilerine imana veya aşı karşıtlığına gelince en azından bu pandemi döneminde bu çözülmenin hiç de kolay olmadığını hakka’l-yakin müşahede ediyoruz.
Komplo teorilerinin aşı karşıtlığını beslemesinde şaşılacak bir yön yoktur. Çünkü komplo teorileri, üzerlerinde yükseldikleri yalanlar gibi “yatsı ezanlarıyla sönerken” komplo teorilerinin de salaları verilmeye başlar. Öte yandan, komplo teorileri fantastik ve merak uyandırıcı magazinsel boyutlarıyla acı gerçeklerden ve öğrenmesi meşakkat gerektiren doğrulardan daha cezbedicidir çünkü hazmetmesi daha kolaydır. Mesela, aşı ile vücutlarımıza çip yerleştirileceği fikri en azından “acaba mı?” sorusunu zihinlerimizde yakmaktadır. Elbette hepimizi oldukça değerli hissettiren bir tarafı var bu çip yerleştirilme fikrinin. Sanki modern ya da kadim zamanlardan beri muktedirler bizi büyük ölçüde mankurtlaştırmıyorlar da alabildiğine özgür yaşıyoruz hayatlarımızı. Bunu ölçmek için kendimize şu soruyu sorabiliriz mesela: En son ne zaman rutinlerimin dışında devrimci bir çıkış yaptım?
“Komplo teorileri fantastik ve merak uyandırıcı magazinsel boyutlarıyla acı gerçeklerden ve öğrenmesi meşakkat gerektiren doğrulardan daha cezbedicidir çünkü hazmetmesi daha kolaydır.”
İşin gerçeği hepimiz devrimci veya rutin tabanlı -kendimiz ve/ya birileri için- yaşıyoruz. Hoş, hepimizinkine “yaşam” denilmez; daha ziyade “canımızı gezdiririz işte” diyebiliriz. Bütün dinsel ve/ya seküler öğretiler insana hitap ettiğinden can bir emanete dönüştüğü gibi-nihilist ve/ya mazoşist değilseniz-kendi canınıza kıyamadığınız ya da zarar veremediğiniz gibi -sadist değilseniz-başkasının canı da size kendi canınız kadar yine emanettir.
Hayat, doğumla ölüme hüküm giymektir. Yaşamak ise atıldığımız tehlikelerle bir anlamda risk optimizasyonudur. Herhangi bir hastalığın şifası yan etkileri itibariyle ölümcül olabilir. Lakin hayatta kalma ihtimali hayatını kaybetmekten büyükse yaşamdan yana rey kullanılır haliyle. İster genelde ister içinden geçmekte olduğumuz pandemi sürecinde olsun, aşı meselesi de bundan müstağni değildir. Şu ana kadar ki laboratuvar süreçleri ile farklı ülkelerdeki farklı aşı tecrübelerinin toplumsal pratikleri, tek doz ve/ya daha fazla doz gereksinimi olan aşıların bu hastalığı kolay atlatmakta etkili olduğunu ve/ya önlediğini ispatlar niteliktedir. Lakin nihai kertede bilgi, inancı bazen zayıflatmak bir yana daha da katmerlendirebilir ama ikisinin kulvarları çakışsa da çatışsa da farklıdır en nihayetinde.
İster komplo teorilerine imanlarının gereğini isterse de kalplerinde hardal tanesi kadar şüphelerinin gereğini işlesinler, aşı taraftarlığı kadar aşı karşıtlığı da haktır. Hatta “vücut bütünlüğü” ilkesi gereği kimsenin iradesi hilafına vücuduna -aşı bile olsa- hiçbir şey zerk edilemez. Lakin aşı olmak -tıpkı pandemiden korunmak için maske takmak gibi- sadece kendimizi değil toplum sağlığını korumak adına bir tür koruyucu hekimlik pratiğidir. Bu hassasiyeti gösterenlerin başkalarından da bunu beklemesi karşı tarafın lütfu, nezaketi, ve/ya zarafeti değil bekleyen tarafın anasının ak sütü kadar hakkıdır. Öte yandan eğer aşı ile ulaşılacak antikor düzeyine aşı öncesi sahipse bireyin aşı olması daha ziyade tedbir amaçlı hale gelmektedir.
“Aşı olmak -tıpkı pandemiden korunmak için maske takmak gibi- sadece kendimizi değil toplum sağlığını korumak adına bir tür koruyucu hekimlik pratiğidir.”
Bu noktada şu sorular bizi terletmek üzere beklemektedir:
Aşı karşıtları toplumsal sağlığı korumak için kamu otoritelerinin ücretsiz hale getirdiği aşıları olmayarak sağlığımızı tehlikeye atma hakkını nereden bulmaktadırlar? Daha yekdiğerinin canını korumak temel paydasında birleşememişsek, bırakın toplum olmayı, politik toplum olmayı nasıl öğreneceğiz? Her birimiz diğerinin hakkını hukukunu gözetmedikten sonra nasıl bir arada yaşayacağız? Dahası teorik de olsa, bir tarağın dişleri gibi eşit vatandaşlardan oluşan bir milleti nasıl inşa edeceğiz veya var olanı sürdürebileceğiz? Her şeyden öte hepimiz büyük insanlık ailesinin nasıl birer ferdi haline geleceğiz? Herhangi birimizin hastalanması ve/ya bundan dolayı ölümü aşı karşıtlarından dolayı olursa bu taammüden cinayete girmez mi? Veya aşılarını ihmal edenlerden kaynaklanırsa taksirli suça girmez mi? Hatta bir adım daha öte gidersek “kul hakkı” dinsel bir bakış açısının açıklaması olduğuna göre ladini bir perspektiften aşı karşıtları insanlığa karşı suç işlenmiş olmuyorlar mı? Bu sorular cari hukuk nizamları bağlamında değerlendirilmek durumunda değildir, bittabi bu sorular yaşama değer veren bütün felsefe ekollerinin hukuka tekabül eden soruları olarak okunabilir.
Türkiye’nin ilk başta sadece Çin aşısına kapıları açarak yumurtaları aynı sepete koyması elbette eleştiriyi gerektirir. Zira Biontech şirketinin sahiplerinin etnik kökenleri itibariyle Türk olduklarından hareketle en azından çeşit olarak aşılarının satın alınıp uygulanması daha kolay ve isabetli olacaktı. Böylece şimdi AVM’lerde ve fabrikalarda yerinde aşı uygulamasıyla yakalanan ivme daha önce sağlanabilirdi. Takdir-i-ilahiye boynumuz kıldan ince ama sünnetullah dairesinde sebep-sonuç ilişkisi gereği kaybettiğimiz canları geri getirmek mümkün olmasa da gitmelerine bu kadar kolay müsaade etmeyecektik.
Sağlık Bakanının “Bu hastalığa karşı elimizde güçlü bir koz var: Yakalanmamak” dediğini akılda tutarsak şimdi en azından iki ayrı seçenekten oluşan aşı da var. Aşı çeşitlendirmesi en azından yazımızın başında belirttiğimiz hayata dair risk optimizasyonu açısından da anlamlıdır. Hatta her ne kadar tamamlanmasına dair verilen tarihler gerçekleşmese de yerli aşının da tedavüle sokulmasıyla hem aşı çeşitlemesi hem de kolay erişimi artacaktır.
Sonuç olarak, ücretsiz bir kamu hizmeti olan aşıyı yaptırmamak pandeminin atlatılmasına ket vurmaktadır. Aşı yaptırmak istemeyenler kendi yaşamlarından vazgeçebilirler ama başka canları da heder etmeye asla ve kat’a hakları olmadığı zaten izahtan varestedir. Yazımıza Hamlet’in meşhur repliğiyle başladık ve çocukluğumuzdaki mülhem bir tekerleme ile bitirelim:
Yoksa siz bizim hâlâ aşılatamadıklarımızdan mısınız?