International Sociological Association (ISA) Başkanı Sari Hanafi Norveç Sosyoloji Derneği tarafından düzenlenen 2021 Nordik Sosyoloji Konferansı’nın açılış konuşmasında “21. Yüzyıl Küresel İhtilaflarının Merkezinde Neden Din Vardır?” diye soruyor. Konuşma metnini İLKE Analiz için çevirdik.
Hanafi’nin önemli tespitler içeren konuşmasının orijinalini de şuradan izleyebilirsiniz:
Çeviri: Firdevs Bulut
“21. yüzyılın küresel ihtilaflarının merkezinde neden din vardır?” sorusunu cevaplamam istendiğinde, Beyrut’ta etrafıma bakındım ve bir yanımda dini günlük hayatlarının her alanında en önemli unsurlardan biri olarak gören, diğer yanımda da dine hiçbir önem atfetmeyen tanıdıklarımı gördüm.
Bu soruya verilebilecek en kısa cevap, içinde yaşadığımız çağ ve dünyada akılcı bir tartışma yürütmenin imkansız hale gelmesi ve popülizm ile otoriterliğin hızla yükselmesi sonucu ortaya çıkan demagojiyle dolu bir evrende yaşıyor olmamızdır. Daha iyi ve sarih bir kısa cevap ise, hem ilmi dünyada hem de medyada, dindar ve seküler arasındaki ilişkiye dair -biraz daha açacak olursak dinin siyaset, ekonomi, kültür ve genel olarak toplumla ilişkisine dair- çok ciddi yanlış anlaşılmaların var olmasıdır. Dindarlık dünyanın birçok bölgesinde yükselişte iken, bazı coğrafyalarda ise sekülerlik, diğer dinlere karşı duran bir sivil din olarak karşımıza çıkmaktadır.
Tarihe baktığımızda, sosyal bilimler ve insani bilimlerin dinin olumsuz yönlerine çokça odaklandığını görürüz. Uluslararası Toplumsal İlerleme Paneli[1] adındaki önemli bir araştırma programına göre, din ve dindarlık toplumsal ilerlemeye ve sömürgecilik ile istibdatla mücadelede önemli bir rol oynayabilir. Ancak aynı zamanda şiddet; muhafazakarlık, mezhepçilik ve toplumsal ve siyasal baskılara da yol açabilir. Aynı din, farklı bağlamlarda farklı rollere de bürünebilir. Örneğin Brezilya’da solcu lider Luiz Inácio Lula da Silva’ya oy veren Pentakostal Kilisesi mensupları daha sonra 2019 yılında sağcı lider Jair Bolsonaro’ya oy vermiştir.
Din, çoğunlukla farklı bir toplumsal alan olarak algılanmaktadır. Ben kendimi; toplumu farklı bölmelere ayrılmış parçalı bir alan olarak görmeyi reddeden, faydacılık karşıtı bir sosyolojinin mensubu olarak tanımlamaktayım. Bu yaklaşımda bahsedilen parçalardan biri de dindir. Din, kültür, siyaset, sosyoloji ve ekonomi alanları, toplumun bir bütün olarak algılanmasına izin veren ortak mantıklarla hareket etmektedir. Tıpkı Marcel Mauss ve Karl Polanyi’nin ifade ettiği gibi. Bu yüzden de böyle bir parçalı yaklaşım, seküler ve dini – ya da dini ve diğer tüm- alanlar arasında çok ciddi yanlış anlaşılmalar doğurmaktadır. Bu yazıda sadece üç önemli temel kanaldan bahsedeceğim, daha fazla detaya girersem meramımı sayfalarca anlatamam. Öncelikle katı sekülerlik kavramını yapısöküme uğratacağım; çünkü bu, bahsedilen yanlış anlaşılmaların en önemli sebeplerinden biridir. Daha sonra din ve ekonomi arasındaki ilişkiye yakından bakacağım. Son olarak da Arap dünyasından bir örnek vereceğim ve bu örnek dini ve siyasi arasındaki ilişkiyi derinlemesine tetkik etmemizi sağlayacak.
Katı Sekülerlik Kavramı İle Başlayalım
Dünyanın birçok bölgesinde, sosyal bilimler hafızası ve birikimi aktif bir şekilde sahada bulunan toplumsal aktörlerin bakış açılarına gerektiği kadar duyarlı olamadığı için ortaya çıkan tutarsız elit oluşumlar vardır. Bunun sebebi sadece dinin liberallikten uzak bir doktrin haline gelmesi değil, aynı zamanda kilise karşıtlarının da liberallikten uzak, hatta dışlayıcı ve eşitlik karşıtı bir pozisyona evrilmeleridir. Bugünlerde ise bazı sekülerlik modellerinin liberal olmadığını söylemek mümkündür. Bu tür bir sekülerlik, Batı dışı ülkeleri baskın Batılı modelleri – özellikle de Fransız modelini – benimsemeye davet ettiğimiz bir düşünce evreni halini almaktadır. Bu tür pozitivist (ve hatta ideolojik) paradigma, dini rasyonelliğin tam karşı noktasına yerleştirir ve dini, endüstriyel ekonomik gelişmeler ve beraberinde gelecek bilimsel kültür sonucu yıkılacak ve geçmişte kalacak önemsiz bir alt varlık olarak kabul eder. Aynı paradigma sekülerliği dini bir nevi özelleştirme süreci olarak görürken, dini sadece özel alanlara indirgemiştir.
Benzer bir çerçevede Kanadalı sosyolog Francois Gauthier yakın zamanda Din, Modernlik ve Globalleşme (2020) adında muhteşem bir kitap yayınlamış ve bu makaledekine benzer bir soru sormuştur: “Günümüzde dinin doğasını ve toplumdaki yerini nasıl anlayabiliriz?” Gauthier bu eserde bizleri çok kapsamlı bir düşünce yolculuğuna çıkarır ve temelinde üç yapıtaşı olan sekülerleştirme paradigmasının sosyal bilimleri körleştirdiğini ifade eder. Bu yapıtaşları toplumsal farklılaştırma, dini çöküş ve özelleştirmedir. Ona göre bu üç temel yapıtaşı şu an oldukça sorunludur. Bunların yerine dinin, tüketici kültür ve neoliberallik karşısında nasıl bir dönüşüm geçirdiğini anlamamız gerekir.
Son yıllarda Gauthier, Roberto Cipriani (2017), Armando Salvatore (1997), Mohamad Bamyeh (2019) ve başka bazı isimler dinlerin dünya çapındaki dayanıklılığına dikkat çekmişler ve din sosyoloji içerisinde oluşan, dini incelerken aynı zamanda (en azından değerlerini) öldüren bazı trendleri eleştirmişlerdir. Gauthier, dinin kesinlik içeren tanımlarını ve din sosyolojisinin nasıl da sadece çöküş perspektifine odaklandığını eleştirmiştir. Aynı zamanda özellikle global Güney’de yapılan bazı araştırmaların durumun aslında ne kadar karmaşık olduğunu gösterdiğini ve farklı uygulamalar üzerinden anlaşılması gerektiğine vurgu yapmıştır.
Daha önce bahsettiğim gibi, din genellikle ayrı bir toplumsal alan olarak anlaşılmaktadır. Ahlak ve toplumsal uyum, beslendikleri kaynakları dinden alabilirler; ancak sadece dinden değil. İnsanlar arasında gündelik yaşamda gerçekleşen iş birlikleri de bu tür bir uyuma ilham verebilir. Yani insan, böyle bir sosyalliğin temelindeki yapıtaşıdır. Din ve dinin dindarlar tarafından nasıl algılandığı ise, sosyal ilişkilerde doğuştan gelen antropolojik bir temel olarak mükafatlandırma pratiklerini ortaya çıkarma potansiyelinden ötürü önemlidir. Bu tür bir alışveriş fedakar ve kendi çıkarlarını düşünen davranışın karışmış halidir; özgür irade ile ve gönüllü bir şekilde yapılmasıyla birlikte, yapılmak da zorundadır ve kendisine mecbur bırakır.
Bu anlayış, birçok ilim insanının uzun zamandır insanoğlunu sadece kendi çıkarlarını artırmaya odaklı homo economicuslar olarak tanımlamasından oldukça farklıdır. Farklı toplumsal alanlarla ekonominin iç içe olduğunu kabul etmemek ile dini ve seküler alanları birbirinden ayırmak için aralarında kalın duvarlar örmek, aynı kaynaktan beslenen düşüncelerdir. Bu ayrımcılık ve bölücülük genellikle dinin hayatlarında büyük bir rol oynadığına inanan kimseleri yabancılaştırma ve ötekileştirmeye hizmet eder ve onları mecburen kendi değerlerini koruyacağına inandıkları kimseleri desteklemeye yöneltir. Ancak bu durum, ne yazık ki birçok popülist hükümetin yöntemsel demokrasi ile nasıl iktidara geldiğini açıklamaktadır. Bu hükümetler muhafazakar dini değerlerin açıkça sözcüsü olurlar ve bu değerleri, bizim içinde yaşadığımız ‘Çoğulculuk Çağı’mızla’ bire bir zıtlaşan etnik-dini ideolojilere dönüştürür.
Tekrar belirtmeliyim ki burada amacım dini idealize etmek değildir, sadece toplumsal aktörlerin ve hareketlerin ona atfettiği anlamları daha yakından tanımaktır. İdeolojiler ve dini yorumlar önemli motivasyon kaynaklarıdır, fakat yine de kendi siyasi ve toplumsal bağlamları içinde anlaşılmalıdırlar, hatta belki de tekil anlamlarına bakılmamalıdır bile. 1980lerden bu yana Müslüman dünyasında neden intihar eylemlerinin arttığına bir açıklama getirebilmek için “İslam” kavramının genelleyici ve klişe kullanımlarına karşı çıkan Hollandalı sosyolog Pieter Nanninga, bizleri hem hareketleri hem de bireyleri etkileyen tarihi, siyasi, toplumsal ve kültürel bağlamları düşünmeye davet eder. Eğer bunu yaparsak, dini hareketlerin söylemlerinde dinin yer alış biçimleri ile bu hareketlerin hayata geçirildiği toplumsal evrenlerdeki baskın karakter özelliklerinin birbirine paralel gittiğini göreceğiz.
Filistinli – Amerikalı sosyolog Mohamad Bamyeh’in doğru bir şekilde yorumladığı gibi, Arap dünyasında Müslüman Kardeşler hareketi, kurucularının dönemi olan 1940’lı yıllar bağlamında düşünülünce liberal bir hareketti. Çünkü bu kurucular da liberal bir dönemde yaşadı, askeri vesayet altında yaşadıkları zaman askerleştiler (1950’lerde Nasır dönemini hatırlayalım). Ve Suriye ve Irak’ta yaşandığı gibi rejim çok totaliter ve zalim bir hal aldığında ise, şiddeti en önemli temel yapı taşlarından biri kabul eden IŞİD/DAEŞ gibi terörist organizasyonlar ortaya çıktı. İdeolojileri gelenekselden ziyade, karşı modern olarak adlandırılmalıdır. O halde şu soru ortaya çıkar: Eğer Arap dünyasını değil de Avrupa’yı ele alırsak, demokratik bir devlette yaşayan Kuzey Afrika kökenli Fransız gençleri neden IŞİD’e katılıyorlar? Fransız-İranlı sosyolog Farhad Khosrokhavar’ın muhteşem bir belagatle ifade ettiği gibi: “Kendi kendine ilan edilen bir hilafet düşüncesinin çekiciliği, modernite idealinin yıkılmasına dayanıyordu. Özellikle hem fırsat eşitsizliğinden mağdur olan hem de sosyal hayatlarında pek bir umutları kalmayan dezavantajlı gençler ve orta sınıflar için.” Kendisine karşı gitgide daha adaletsiz ve haksızca davranan toplumlarda yaşayan insanlar için IŞİD distopyası da modern değerlerin ürettiği bir semptomdan ibarettir. Göçmenlerin çocukları olan bu Fransız gençler için durum daha da karmaşık bir hal almaktadır, çünkü bunların üstüne bir de Carolyn Ureña’nın deyişiyle (2019, 1649) sömürgeciliğin en önemli ve hala devam eden etkilerinden biri olan “sömürgeci yarayı” da eklemek gerekir. Dini ve seküler alanlar arasında nasıl keskin bir dikotomi kurduğumuzu eleştirirken sekülerleşme ve sekülerlik hakkında iddialı genellemeler yapmam çok yanlış olur, çünkü bu kaş yaparken göz çıkarmaktan farksız olacaktır. Sekülerliğin bir işleyiş mekanizması olduğu şu iki şart sağlandığı zaman oldukça belirgin hal alır: Birincisi dini kurumlar ve devlet kurumları arasındaki ayrışma liberal demokratik idealleri güvence altına aldığı zaman, ikincisi ise devletin tarafsızlığının, sadece ‘iyi olana’ dair kapsayıcı bir ortak görüş bildirebilmekle kısıtlandığı zaman. Hintli siyaset teorisyeni Rajeev Bhargava’nın devlet ve din arasında “ilkeli mesafe” olarak tanımladığı kavramı anlamaya çalışmalı, önem vermemiz gerekir: İlkeli mesafe, adalet ilkesine dayanan ve barış, evrensel haklar, haysiyet, özgürlük, eşitlik ve kardeşliği öne çıkaran bir mesafedir.
Sekülerliğin tamamen iptalinden değil, sekülerlik ve sekülerleşme üzerine kapsamlı bir düşünce sisteminden yola çıkan ve pratiklerinde çoğulculukla birlikte anılacak bir yeni post-sekülerliğin etraflıca masaya yatırılmasından yanayım. Fransız filozof Cécile Laborde’un haklı bir şekilde söylediği gibi, liberal demokratik ideallerden yola çıkmalı ve bu ideallerin güvence altına alınabilmesi için devlet ile dinin ne derece ve nasıl ayrıştırılması gerektiğini sorgulamalıyız. Mısır ve başka ülkelerde demokratik yollarla seçilmiş hükümetleri devirmek için bazı sekülerci elitlerin askeriyeyle bir olduğu Arap dünyası gibi bir bölgede ve bilhassa Arap baharı bağlamında bu tür bir yaklaşımın ciddi karşılıkları vardır. Ne yazık ki bazı Batılı devletler dahi bu karşı devrim dalgalarını desteklemektedir.
Kısacası, dinin otoriterlikten uzak bir şekilde var olmasına daha hoşgörülü yaklaşabilecek şekilde düzenlenmiş bir seküler sistem yapılandırılması çağrısında bulunuyorum. Öyle ki bu sistem, kamusal alanda açıkça var olacak ve sosyal adalet, demokrasi ve aktif vatandaşlık arayışımızı destekleyecek bağlamsal modeller üretecektir. Sosyal adaletten bahsetmişken, şimdi de dinin ekonomi ve bilhassa piyasalaştırma ile ilişkisini tartışalım.
Yazının ikinci bölümü için tıklayınız.
Editör Notu: Bu makale iki parça halinde yayınlanacaktır. Yukarıdaki metin, yazının ilk bölümüdür.
İkinci bölüm 10.04.2021 tarihinde ilkeanaliz.net‘de yer alacaktır.
Kaynakça bölümü de yazının sonunda paylaşılacaktır.