Refah için Barış Antlaşması: Yeni Filistin ya da Ölü Filistin - İLKE Analiz

Refah için Barış Antlaşması: Yeni Filistin ya da Ölü Filistin

Bölgesel olmaktan çıkarak küresel bir endişe nedeni haline gelen İsrail sorunu, ABD’nin önceki Başkanı Donald Trump dönemi ile birlikte daha da ciddi bir hal aldı. Başkanlığa geldikten sonra bu soruna son vereceğini iddia eden Trump, American Israel Public Affairs Committee (AIPAC) gibi Yahudi lobileriyle yakınlığı bilinen damadı Jared Kushner ile birlikte bir barış tasarısı yayınlayacağını duyurarak bu tasarıya “Yüzyılın Antlaşması” ismini vermişti. Tasarıya dair bazı maddelerin İsrail Hayom Gazetesi’nce sızdırılmasından sonra Filistin Başkanı Mahmud Abbas tasarıyı “Yüzyılın Tokadı” olarak tanımlayarak bölgedeki Arap devletlerinden antlaşmayı kınayarak Filistin’in yanında yer almaları çağrısında bulunmuştu. Ancak bu talep karşılık bulmadı ve 25-26 Haziran 2019 tarihlerinde Bahreyn’de gerçekleşen ve Körfez ülkelerinin katıldığı “Refah için Barış Çalıştayı” tam aksi bir görüntü ortaya çıkardı.

“Refah için Barış Tasarısı”, 28 Ocak 2020’de dönemin ABD Başkanı Trump tarafından resmi olarak ilan edildi. İlan edilen bu barış tasarısı, toplamda 50 milyar dolarlık bütçenin on yıllık süreye yayılarak kullanılmasını hedefliyor. Kullanılacak bu 50 milyar dolar ile İsrail ve Filistin olmak üzere iki devletin, tayin edilen bölgelerde hukuki bir şekilde varlığını sürdürmesinin hedeflendiği dile getiriliyor. Bu minvalde ekonomi başta olmak üzere eğitim, güvenlik, ticaret vb. alanlara dair gerçekleştirilmesi hedeflenen projeler, antlaşma metninde yer alıyor. Tasarıda İsrail ve Filistin olmak üzere iki bağımsız devlet olgusunun adilce gerçekleştirileceği sıklıkla vurgulansa da metinde kullanılan üslup ve hedeflenen projelerin dillendirilmeyen yüzü, ABD’nin niyetine dair derin soru işaretleri uyandırıyor. Bu cihetle ilan edilen antlaşma; tarafsızlık, siyasi bağımsızlık, güvenlik, ekonomi ve Kudüs çerçevesinde ele alınarak oluşturulması hedeflenen Filistin Devleti’nin, uluslararası hukuka göre gerçekten devlet statüsünde olup olmadığının analizi; antlaşmayı tüm veçhesiyle anlamak için yerinde olacaktır.

Metnin Tarafsızlığına Dair

Tasarı metninde, ağırlıklı olarak İsrail’in güvenlik sorunu yaşadığı belirtilerek bölgede antlaşma öncesi yürütülmüş ve bu proje ile gerçekleştirilecek olan askeri faaliyetlerin meşruiyet zeminini oluşturma çabası dikkat çekiyor. “Gazze Kriteri” başlığı altında, İsrail’e 3 durum halinde antlaşmanın uygulanışını dayatabilme hakkı veriliyor. Her ne kadar tasarıda doğrudan belirtilmemiş olsa da bu dayatmanın, askeri bir anlama geldiği maddelerde oldukça açık: 

1-    Gazze bölgesinin Hamas yönetiminde olması yahut Hamas’ın, Filistin Devleti’ne etkisi ile bölge yönetiminde bulunması halinde tüm “terörist organizasyonların” silah bırakmaması,
2-    Gazze’de bulunan Hamas, Filistin İslami Cihat Örgütü gibi örgütlerin silah bırakmaması
3-    Gazze’nin her türlü militer faaliyetten arındırılmaması halleri (The White House, 2020, s. 26).

İsrail’e, antlaşmayı dayatma adı altında askeri güç uygulama yetkisi vermenin yanı sıra, Kudüs’ün dünya için önemini belirtmek amacıyla Yahudi ve Hristiyanların Kudüs’teki ibadet faaliyetlerini ‘worship’ ifadesi ile belirtirken Müslümanların ibadetlerini boyun eğmek, diz çökmek anlamına da gelen ‘Bow’ kelimesi ile ifade ediyor oluşu, metnin tarafsızlık penceresini tamamen gölgeliyor (The White House, 2020, s. 14). Bu kullanım, yalnızca Filistinlilerin antlaşmayı kabul etmek zorunda olduklarına dair bir mesaj olarak değil; Müslümanların aşağılanması şeklinde de değerlendirilebilecek bir manaya sahip. Antlaşmanın tarafsızlık noktasındaki ikna ediciliği sorgulanmaya başlandıktan sonra endişe uyandıran bir diğer durum, kurulması vaat edilen Filistin Devleti’nin uluslararası hukuk bağlamında gerçekten bir devlet olup olamayacağı yönünde.

“Antlaşmanın tarafsızlık noktasındaki ikna ediciliği sorgulanmaya başlandıktan sonra endişe uyandıran bir diğer durum, kurulması vaat edilen Filistin Devleti’nin uluslararası hukuk bağlamında gerçekten bir devlet olup olamayacağı yönünde.”

Yeni Filistin Olgusunun Hukuktaki Yeri

Uluslararası hukuka göre bir yapının devlet olabilmesi için yalnızca birine yahut birkaçına indirgemeksizin dört temel prensibin tamamına sahip olması gerekir. Bu dört temel prensip; ‘insan topluluğu’, ‘ülke’, ‘hükümet’ ve ‘uluslararası ilişkilere girme kapasitesi’dir. Kurulması vaat edilen Filistin Devleti’ne bakıldığında ise bu dört prensibin sonuncusu olan ‘uluslararası ilişkilere girme kapasitesi’nin, bağımsız bir biçimde gerçekleştirilemediği görülüyor. Bu minvalde Filistin Devleti’ne dayatılan İsrail’in rızası olmaksızın herhangi bir uluslararası organizasyona katılmama şartı (The White House, 2020, s. 39), Filistin Devleti’nin bağımsızca uluslararası ilişkilere girme kapasitesinden yoksun tutulacağını ve dış ilişkilerinde İsrail’e bağımlı hale geleceğini gösteriyor. 

Devlet tanımı, uluslararası düzeyde ele alındığında oluşturulması hedeflenen Filistin Devleti’nin aslında devlet olma şartlarını yerine getiremediği görülür. Bununla beraber devlet tanımı, iç hukukta değerlendirilecek olunsa yine devlet olma şartının gerçekleştirilemediği anlaşılır.

Devletin iç hukuka göre tanımı, genellikle Avusturyalı hukukçu Jellinek’e atıfta bulunarak “belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olan belirli bir insan topluluğunun oluşturduğu bir varlık,” şeklinde ifade edilir (Gözler, 2017, s. 4). Bu minvalde egemenlik kavramı açıklanırken liberal görüşe referansla devletin; savunma, güvenlik ve adalet hizmetlerini egemen oluşu nedeniyle yerine getirmesi gerektiği belirtilmektedir (s. 27). Ancak ‘’Refah için Barış’’ metni incelendiğinde Filistin Devleti’nin kendi güvenliğini sağlamaktan aciz bırakılacağı dikkatleri çekiyor. Zira devletin dış tehditlere karşı güvenliğini, İsrail Devleti’nin gerçekleştireceği belirtilmekle birlikte bu ibarenin hemen sonrasında, yürütülecek faaliyetlerin İsrail’in güvenliğini tehdit etmeyecek şekilde yapılacağı ifade ediliyor. Açıkça görülüyor ki İsrail Devleti, kendi güvenliğini gerekçe göstererek Filistin Devleti’nin ağır silahlarla teçhizatlanmasına müsaade etmeyecek ve güvenlik noktasında kendisine bağımlı bırakacaktır. Böylelikle halkının güvenliğini kendi gücüyle temin edemeyen ve bu minvalde bölgesel güvenlik oluşumlarına İsrail müsaade etmedikçe giremeyen, devlet olma gücünden yoksun bırakılmış kurumsal bir yapı karşımıza çıkacaktır.

“Açıkça görülüyor ki İsrail Devleti, kendi güvenliğini gerekçe göstererek Filistin Devleti’nin ağır silahlarla teçhizatlanmasına müsaade etmeyecek ve güvenlik noktasında kendisine bağımlı bırakacaktır.”

Yeni Filistin Devleti’ne Ekonomik Çerçeveden Bir Bakış

Oluşturulması planlanan Filistin Devleti’nin zafiyeti yalnızca güvenlik ve siyaset konularında değil, aynı zamanda ekonomi hususunda da kendini gösteriyor. Antlaşmada, ticaret için son derece önemli olan Haifa ve Ashdod limanlarının, İsrail’in izni ve denetimi altında Filistin Devleti tarafından da kullanılabileceği belirtiliyor. Burada zikredilmesi gereken diğer bir husus, yeni Filistin devletinde özel sermayenin oluşturulmasının ve kuvvetlendirilmesinin antlaşma metninde sıkça vurgulanıyor oluşudur. 

Bu noktada bir iyileştirme planı sunuluyormuş gibi gösterilmeye çalışılsa da gümrük ve havalimanlarının yönetimi, güvenlik gerekçesiyle İsrail’in denetimine verildiği için Filistin, bağımsız ekonomik rekabete girebilen bir devlet olamayacaktır. Zira, herhangi bir gerginlikte İsrail’in ticaret yollarında yaşatacağı problem, Filistin ekonomisini derinden etkileyecektir. Sürdürülebilirliğin ve ticari devamlılığın teminine dair soru işaretleri varken serbest ekonomi yatırımcılarının yeni Filistin devletine yatırımda bulunmayacağı açıktır. Yahut daha kötüsü, sürdürülebilirliğin garanti edilemediği ortamda yatırım talebinde bulunan girişimciler, bu taleplerini ekonomik kazanç amacıyla değil, ideolojik nedenle gerçekleştirecek ve Filistin Devleti’ne baskı uygulayacaktır. 

Böylelikle güvenlik noktasında bağımsızlığını elde edememiş yeni Filistin devleti, bu girişimcilerin gerçekleştireceği baskı ile siyaset noktasında İsrail’e daha da bağımlı hale gelecek. Zira gümrük ve havalimanlarının kontrolünü elinde tutan İsrail’in, ithalat ve ihracat faaliyetlerinde hangi şirketlerin ticaretini baltalayıp hangisine müsaade edeceğine dair tarafsız olacağını düşünmek, Mavi Marmara gibi sadece insani yardım niyetiyle yürütülen faaliyetlerin akıbeti hatırlandığında fazlaca saflık olacaktır.

Kudüs Meselesi

İslamiyet, Hristiyanlık ve Yahudilik gibi birçok din açısından değeri tartışılmaz olan Kudüs; antlaşmanın değindiği başlıklardan biri olarak karşımıza çıkıyor. Bu başlık içerisinde özellikle Kudüs’ün tüm dinlere açık olacağı belirtilse de yönetiminin nasıl olacağı açıkça belirtilmiyor. Fakat metinde İsrail’i Kudüs’ün koruyucusu olarak belirtmesi ve Kudüs’ün güvenli bir biçimde herkese açık oluşunun İsrail yönetimi boyunca gerçekleştiğini vurgulaması, Kudüs yönetiminin kime verilmek istendiğini de ortaya koyuyor. Böylelikle antlaşma ile gerçekleştirilmek istenen, kendi başkentinin yönetiminden aciz yeni bir devlet inşa etmek şeklinde karşımıza çıkıyor. 

Kudüs konusunda dikkat edilmesi gereken bir başka husus, Kudüs’ün demografik yapısıdır. Halihazırda Kudüs’te bulunan nüfusun %64’ü Yahudi, %34’ü ise Müslümandır. Hal böyle iken Kudüs yönetiminin İsrail elinde bulunması, mevcut demografik yapının Müslümanların aleyhinde değişmeye devam edeceğini gösteriyor. Zira Kudüs’ün yönetimi İsrail’de iken daha önce de tanıklık ettiğimiz Arap hanelerine “Kanunsuz yapı, Çürük Yapı vs.” gerekçeleriyle yürütülen yıkım ve tahliye faaliyetlerinin önü hukuki olarak açılmış oluyor. Bunun yanı sıra yeni oluşturulacak yapıların ruhsat iznini verme yetkisi de hukuki olarak İsrail’in elinde bulunmuş olacak. Böylelikle 6 Aralık 2017 tarihinde başkentinin Kudüs olduğunu ABD’ye kabul ettirmiş olan İsrail, Kudüs’ü hukuki olarak tahakkümü altına almış olacak. 

“Kudüs yönetiminin İsrail elinde bulunması, mevcut demografik yapının Müslümanların aleyhinde değişmeye devam edeceğini gösteriyor.”

Sonuç

İsrail-Filistin çatışmasına son vererek Arap-İsrail dostluğunu temin etme iddiasında olan “Refah için Barış” antlaşması, temeline İsrail’in bir güvenlik sorununa sahip olduğunu yerleştirmesi ve buna binaen geliştirdiği söylevi nedeniyle tarafsızlığı şaibeli bir metindir. Oluşturulması hedeflenen yeni Filistin Devleti ise uluslararası hukuk bağlamında devlet olma gereklerini bütünüyle sağlayamadığı için sözde devlet; gerçekte ise siyaset, güvenlik ve ekonomi hususlarında İsrail’e son derece bağımlı bir tür otonom yapı örneğidir.

Metni yalnızca devlet düzleminde değerlendirmek, yaşanma ihtimali açıkça müşahede edilebilen toplumsal mağduriyetlerin gözden kaçırılmasına da sebebiyet verecektir. Böylelikle metni toplumsal boyutta da irdelemenin elzemliği ortaya çıkmaktadır. Bu minvalde 1948’den bu yana topraklarından göç etmek zorunda bırakılmış Filistinlilerin, yeni devlete dönüşü hususunda İsrail’e verilen yetki ve tutuklulara yönelik yürütülecek çalışmalar, toplumsal mağduriyetlere örnek olarak verilebilecek birçok hadiseden birkaçıdır. 

Yeni Filistin Devletine göç edecek Filistinlilerin belirlenmesinde güvenlik nedenleri gerekçe gösterilmiş ve kimlerin göç için kabul edileceğinde İsrail’e de yetki verilmiştir. Tutukluların serbest bırakılması noktasında İsrailli tutukluların şartsız salıverilmesi istenirken, Filistinlilerden metne göre “terör faaliyetlerine katılanların muaf tutularak serbest bırakılması” hali, toplumsal mağduriyetleri gösteren önemli örneklerden biridir. Zira İsrail, tutukladığı tüm Filistinlileri terör faaliyetinde bulunmak gerekçesiyle alıkoyduğu için birçok Filistinli ailesine kavuşamayacaktır. 

Her halükârda hukuki bir temele dayandırarak inşa edilmeye çalışılan, yeni bir Filistin Devleti değil; ölü bir Filistin özerkliğidir.

0 yorum

Diğer Yazılar

Yorum yap