Türkiye ve Dünyada Milliyetçiliğin Hal-i Pür Melali
Belli kavramlar vardır, konuşulması ve tartışılması çok zordur. Sihirlidir, âdeta efsunlar insanları. Lastik gibidir; nereye çekersen, hangi amaç için kullanmak istersen, kullanıma elverişlidir. Hayatımızda çokça bulunan bu tür kavramları konuşmak ve üzerinde bir mutabakat sağlamak oldukça zordur. Modern dönemde sıkça karşımıza çıkan şu iki tanesine çok daha aşinayız: Milliyetçilik ve kapitalizm.
Milliyetçilik ve kapitalizm birbirine çok benzer iki kavramdır. Her ikisi de bağlamından alır rengini. Bumerang gibidirler, her renge ve şekle girerler. En çok sevdikleri şey manipülasyondur. Aynı zamanda “iki yüz”leri vardır. Çoklarının gördüğü yüzü masumdur, coşkuludur ve dünyada olup bitenle pek alakası yokmuş gibi görünür. Çok az kimseye göreyse, nadir görünen “diğer yüzü” sebebiyle; dünyadaki eşitsizliklerden, gayri insani şartlardan ve insanlar arasındaki öfke ve nefretten, milliyetçilik ve kapitalizm sorumludur.
“Çok az kimseye göreyse, nadir görünen “diğer yüzü” sebebiyle; dünyadaki eşitsizliklerden, gayri insani şartlardan ve insanlar arasındaki öfke ve nefretten, milliyetçilik ve kapitalizm sorumludur.”
Konjonktür ve duygular çok önemlidir. Aslında bu ikisini pek de önemsemezler ama çok iyi “kullanır”lar. İlki, insanların “aklını başından” almak için yapmayacağı şey, girmeyeceği şekil yoktur; ikincisi sermaye arttırmak için her türlü numarayı çeker. Dindar olması gerekirse dindar, ateist olması gerekirse ateist olur. Diğer bir tabirle “dini imanı paradır.” Aslında farklı amaçlara sahip olsalar da, bu iki zihniyet iyi anlaşırlar. İnsanlığın hayatına girmeleri de neredeyse aynı zamana denk düşen bu ikisinin işbirliğinden her ikisi de oldukça kazançlı çıkar.
Kapitalizmin ne olduğunu, hayatımızda nelere mal olduğunu tam olarak çözemezsek de esasında daha çok konuşuruz onu. Sonuçları daha görünürdür ve gündelik hayatımızda her an hissederiz etkilerini. Yine de günün sonunda kazanan taraf kapitalizm olur “bir şekilde”. En azından şimdilik. Fakat milliyetçilik öyle değildir. Kapitalizm kadar hayatımızın içinde, hatta iliklerimize kadar işlemiş olmasına rağmen onun hakkında pek az konuşuruz. Bu yazıda, milliyetçilik meselesi, Türkiye ve dünyadaki yükselen trendi bağlamında tartışılacaktır.
İki yüz yıldır sürekli esen rüzgâr: Kâh yumuşak kâh sert!
Milliyetçiliğin tartışmalı bir kavram olması biraz da tanımında tam bir uzlaşı sağlanamamış olmasındandır. Bunun en önemli nedenlerinden biri de milliyetçiliğin vatanseverlik ile karıştırılmasındandır. Peşinen söylemek gerekir, milliyetçilik ve vatanseverlik aynı şey değildir. Yazı boyunca milliyetçilik olarak kullanılan hiçbir kavramın yerine vatanseverlik ifadesi konamaz. Yine de kavramdan neyi kastettiğimiz ve Türkiye’deki serencamı anlaşılsın diye Temel İslâm Ansiklopedisi’nde yapmış olduğum tanımı paylaşmamda fayda var: “Milliyetçilik, merkezi bir iktidarı olan ve sınırlıları belli bir coğrafyada bireyin ait olduğu veya aitlik hissettiği milletin değer ve çıkarlarını diğer tüm değer ve çıkarların üstünde tutan düşünce, duygu ya da modern siyasi akımdır.” Bu tanım, sanırım şimdiye kadar yazılanlara dair bir şeyler söylese de bundan sonraki kısımla birlikte çok daha iyi anlaşılacaktır.
Her ne kadar milliyetçiliği modern bir ideoloji ve davranış biçimi olarak tanımlasak da esasında o, bireyin mensup olduğu sosyal gruplara ve kültürel unsurlara karşı sevgi ve bağlılık göstermesi açısından insanlık tarihi kadar eski bir duygu ve yaklaşımdır. Öyle ki ilk insandan beri insanların davranış biçimlerinden günlük söylemleri ve tutumlarının yönlendirilmesine kadar birçok alanda kendini göstermektedir. Modern döneme gelindiğindeyse, ulus-devletlerin siyasi ve ideolojik olarak güçlenmesine hizmet etmiştir bu kavram. Milliyetçiliği zinde tutan duygu ve beslenme kaynakları yukarıda ifade edildiği gibi dönemin/konjonktürün şartlarına göre mütemadiyen değişmektedir. Yine de yaslanmış olduğu zemin büyük ölçüde etnik köken, vatan/millet fikri, tarihî derinlik, iktisadî menfaat ve dinî aidiyete dayanmaktadır.
Günümüzde her ülke kendi tarihsel, toplumsal ve kültürel dinamikleri doğrultusunda ulus devlet refleksiyle hareket etmekte. Peki tüm devletlerin bu şekilde hareket ettiği bir ortamda başka türlüsü mümkün müdür? Bana göre devlet nezdinde ve uluslararası sistemde başka motivasyonlarla hareket etmek pek de mümkün gözükmemektedir. Zira yerkürenin tamamında nerdeyse iki asırdır ulus devlet rüzgârları esmektedir. Kâh yumuşak, kâh sert esti ama sürekli ve istikrarlı bir şekilde süregeldi bugüne kadar. Doğrusu yakın ve orta vadede farklı bir cereyanın varlığından bahsetmek mümkün gözükmemektedir.
Görüldüğü gibi esasında çok karmaşık bir kimyası ve çok alttan/dipten gelen bir etkisi var milliyetçiliğin. Milliyetçilik konusunda yukarıda resmedilen tablo, bugünden yarına ortaya çıkan bir şey değil; on yıllar süren politikalar neticesinde inşa edilmiştir. Özellikle Türkiye bağlamında milliyetçilik değerlendirmesi yapılırken bu arka plan oldukça işimizi kolaylaştıracaktır.
Türkiye’de milliyetçiliğin serencamı
Dünyadaki diğer ulus devletlere baktığımızda Türkiye’deki milliyetçilik tartışmalarının çok özel bir yerinin olduğunu söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Milliyetçiliğin Türkiye’deki durumuna bakacak olursak, birçoklarının yaptığı gibi Cumhuriyetin kuruluşuyla başlatmak resmin tamamını vermez bize. Dünyadaki gelişimine paralel olarak son dönem Osmanlı yönetimiyle başlamıştır milliyetçilik dalgası. Bu durum, esasında Osmanlı ve diğer imparatorluklarının yıkılışıyla da alakalıdır. 19. yüzyılda artarak devam eden bu süreç, 20. yüzyılın başında Birinci Dünya Savaşı sonrasında bir karara bağlanmış ve artık imparatorluklar çağı kapanmıştır. Osmanlı imparatorluğu ile birlikte Avusturya-Macaristan, Japon ve diğerleri de yıkılmıştır.
Bu tarihten itibaren Türkiye’de devletin yeniden yapılanmasıyla kurulan Cumhuriyet yönetiminin en temel motivasyonu, yeni bir ulus/millet yaratma iddiası olmuştur. Osmanlı ve İslam’a yönelik sarf edilen menfi iddialar en fazla da bu açıdan incelenmeyi hak etmektedir. Zira yukarıda milliyetçilik tanımı yaparken görüldüğü şekliyle onun kendini öteki/düşman üzerinden kurduğunu görürüz. Bu açıdan genç Türkiye’nin ötekisi, bir yandan değer çatışmasının yaşandığı Osmanlı/İslam mirasıyken, diğer yandan ulusal çatışmanın yaşandığı komşu ülkeler ve emperyalist ülkeler olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında yaşananlar Cumhuriyetin kuruluşunda asıl söz sahibi olanların bu amaçlarını gerçekleştirmeleri için “tarihi bir fırsat” sunmuştur. Artık yeni bir ulus/millet yaratmanın önünde bir engel kalmamıştır. Üstelik nüfus mübadeleleriyle birlikte ulusun “türdeş” (homojen) bir unsurdan oluşması işleri daha da kolaylaştırmıştır. Her ne kadar bugün bile hala yaşadığımız ve çözüm bulmakta zorlandığımız sorunların cevabı biraz da “homojen ulus” yaratma isteğinden kaynaklansa da, o günkü şartlara çok cazip görünmekteydi bu yaklaşım. Ancak bu “istisna durumu/hâli”, yeni yönetimin son derece sert, tepeden inmeci ve halkın değerlerini göz ardı ederek ülkeyi yönetmesine izin vermiştir.
“Bu açıdan genç Türkiye’nin ötekisi, bir yandan değer çatışmasının yaşandığı Osmanlı/İslam mirasıyken, diğer yandan ulusal çatışmanın yaşandığı komşu ülkeler ve emperyalist ülkeler olmuştur”
Dünyanın farklı coğrafyalarındaki imparatorluk bakiyesine bakıldığında Türkiye’deki kadar sert bir geçiş (reddi miras ve türdeş ulus inşası) yaşanmamıştır. Bu durum,iktidarın sağcı ya da solcu olmasına bakmaksızın aşağı yukarı bu şekilde devam etmiştir/etmektedir. Her şeye rağmen ulus devlet anlayışının rengi, tüm renklerin üzerinde yer almıştır. Doğrusu 2000 sonrası için de çok farklı bir durumun yaşandığını söylemek zor gözükmektedir. Bu durumun farklı olduğuna dair “gösterilen” münferit ve sınırlı sayıdaki örneklerse yanılsamadan ibaret olacaktır.
Türkiye’de iktidarın renginden bağımsız olarak her seferinde milliyetçilik cereyanının gittikçe güçlenmesine hizmet eden bazı gelişmeler yaşanmıştır. Bazen terör örgütü PKK’nın eylemleri, bazen emperyalist güçlerin de içerisinde yer aldığı farklı darbe girişimleri bazense küresel güçlerin Türkiye’nin millî çıkarları doğrultusunda izlemiş oldukları politikalar ve atmış oldukları adımlar bu ideolojinin güçlenmesine hizmet etmiştir. Bunlar, biraz da Türk yöneticilerinin sorunları kucağında bulduktan sonra göstermiş oldukları reflekslerdir. Doğrusu, milliyetçilik tartışmaları iktidara yönelik baş gösteren sorunların üstesinden gelmede oldukça elverişli bir ortam da sağlamıştır.
15 Temmuz Darbe Girişimi ve Covid-19 sonrasında Türkiye’de milliyetçiliğin yeniden tırmanışa geçmesi
15 Temmuz darbesine teşebbüs edenlerin yurt dışıyla alakaları artık daha az sorgulanmaya başlanmıştır. Zira hala devam eden yargılamalardan, darbenin yurtdışı bağlantılarının ne kadar güçlü olduğu her geçen gün daha da netleşmektedir. Bu durumun kendisi bile Türkiye’de milliyetçilik duygularının gelişmesine önemli bir ivme kazandırması tahmin edilebilir.
15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında genel atmosferin dışında, AK Parti’nin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ile yapmış olduğu ittifakın, Türkiye’deki milliyetçiliğin seyrinde önemli etkisi olmuştur. Milliyetçiliği kendine ideoloji edinmiş bir partinin iktidar ortağı olmasının Türkiye’deki milliyetçilik anlayışının artmasında katalizör görevi göreceği de aşikâr. Üstelik 2008’de başlayan dünyadaki ekonomik buhran sonrası yaşanan gelişmeler Covid-19 pandemisiyle birleşince küresel ölçekli bir milliyetçilik dalgası tüm dünyayı kasıp kavurmuştur. Deyim yerindeyse, milliyetçilik düşüncesi Covid-19 virüsüyle birleşince bağışıklığı daha da güçlenmiştir.
Dışarıda bu rüzgârlar esince, ülke içindeki arttan milliyetçi eğilim/tehlikenin farkına varmak oldukça zorlaşmaktadır ve yaşananlar “yeni normal”lerin yaşandığı bir dönemde gayet “normal” olarak telakki edilmektedir. İşte bunun sonucunda iktidar ve ortağı dışındaki kesimler içerisinde de milliyetçi duygular artmıştır.
Gidişat nereye, Müslümanca duruş mümkün mü?
Dünya ve Türkiye’deki milliyetçiliğe dair durum artış eğilimindeyken, Müslümanca bir duruş sergilemek mümkün mü? Gidişatı kendi halinde bırakmak gibi bir lüksümüz var mı? Bu sorular üzerinde düşünmek ve kafa patlatmak söz konusu sorulara verilecek cevaptan daha kıymetlidir. Zira bu durumun bu raddeye gelmesinde konu üzerinde çok az düşünülmüş olması ve bunun bir tehlike olarak görülmemiş olmasının önemi etkisi olmuştur. Zaten milliyetçilik fikrinden faydalan (elit) kesimin de arzu ettiği şey tam olarak budur. Yani, kitlelerin düşünüp taşınmadan duygularıyla ve yönlendirmeyle hareket etmesi beklenmektedir
“Gidişatı kendi halinde bırakmak gibi bir lüksümüz var mı? Bu sorular üzerinde düşünmek ve kafa patlatmak söz konusu sorulara verilecek cevaptan daha kıymetlidir.“
Elbette gidişatı kendi haline bırakmanın, geleceğe yönelik tamiri mümkün olmayan hasarlar bırakacağını tahmin etmek zor olmayacaktır. Zira içinde sürüklendiğimiz gidişatın ne İslami ne de insani olmadığı ayan beyan ortada. Güçlenen milliyetçi yanımızla, az ya da çok, tüm kimliklerimiz örselenir ve ciddi hasar görür. Kimse mevcut durumdan hoşnut olmamasına karşın farkında olmadan milliyetçilik rüzgârının güçlenmesine katkıda bulunur. Her şeyden evvel durumun farkında olmak, sorular sormak ve sorgulamak olumsuz gidişatı yavaşlatacaktır. Söz konusu artan milliyetçi dalganın kaçınılmaz bir olgu olmadığı konusunda farkındalık geliştirmeye ihtiyaç duyulmaktadır. Böylece, belki rüzgârı tersine çeviremeyiz ama farkında olmamız çok şeyi değiştirmemizi sağlayacaktır. Rolleri karıştırmamak gerekir. Bırakalım devlet(ler) yapsın milliyetçiliğini. Biz insanlar değil. Daha çok devletlerin varlığını sürdürmeleri için bu düşünceye, duyguya ve siyasi akıma ihtiyacı var. Sanırım Müslümanca ve insanca duruş da bunu gerektirir. Yazımızı başlıktaki sorumuzu cevaplayarak bitirelim. Artan milliyetçilik olursa azalan insanlığımız, toleransımız ve Müslümanlığımız olur. Aslında ne kadar da çok ihtiyacımız var bugünlerde bunlara.